Kaç kişi ziyaret etmiş?

30 Ağustos 2012 Perşembe

Jung Il Woo Türkiye'ye mi Geliyor?!

Efendiim! Bildiğiniz üzre ben bir sinema delisi olmamın yanı sıra, adı üstünde aynı zamanda birde KoreCan'ım. Ve sadece sinema veya dizi izlemekle kalmayıp çeşitli işlerede mümkün olduğunca dahil olmaya çalışıyorum. Şimdi bu yazıyı okuyan herkesten bir ricam olacak...

 
Biz yepyeni bir projeye kalkıştık. Hedefimiz şu:  
Jung Il Woo'yu Türkiye'ye getirmek! 
Bunu başarabilmek içinde sistemli haraket ediyoruz ve herşeyden önce bir imza kampanyası başlattık. Il Woo'nun Türkiye'ye gelmesini isteyen herkesten elektronik imza topluyoruz. Büyüük bir sayıya ihtiyacımız var ve bunun içinde elimizden gelen herşeyi yapıyoruz. 
Öncelikle şu sorunun cevabıyla başlayalım.  
Jung Il Woo kimdir?


Jung Il Woo 1987 doğumlu Koreli bir oyuncudur. Aynı zamanda mankenlikte yapmaktadır. Yer aldığı diziler pek çok kişi tarafından severek takip edilmektedir. Öncesinde de My Fair Lady, The Return Of Iljimae (başrol) gibi dizilerde yer alsada 2011 yılında yayınlanan 49 Days dizisindeki rolüyle popülerliğini fazlasıyla artırmıştır. 


Dizide ölenlerin ruhlarını almak için gelen ruh bekçisi rolünü başarıyla canlandırmıştır ve o rolününde etkisiyle herkes onu ruh bekçisi olarak tanımaktadır (bir çok kişi hala adını bile bilmez. Ruh bekçisi olarak adlandırırlar kendisini) :)


O dizinin hemen ardından Flower Boy Ramyun Shop isimli romantik komedi dizisinde başrolü yani Cha Chi Soo karakterini canlandırmış, o dizi bittikten sonra ara bile vermeden tarihi ve fantastik bir dizi olan The Moon That Embraces The Sun isimli dizide kralın abisi rolünü canlandırmıştır.


Kısaca Il Woo'nun özelliklerine gelince... Gülmeyi çok ama çok seven bir insandır Il Woo. Eğlenmeyide çok sever. Yanında kimse olmasa bile kendi kendine şarkı söyleyip oynayan bi insandır o. Adrenaline bayılır. İki defa arka arkaya bungee jumping yapmışlığı var. MTV'de yayınlanan bi program sayesinde gözlerimle gördüm. İlk defa yaptığı halde zerre korku belirtisi göstermedi. Ki zaten ikincisi tamamen kendi isteğiyleydi. :)
Arkadaşlarıyla bağları çok kuvvetlidir. Küçüklüğünden beri tanıdığı Lee Min Ho ve Kim Bum'la hala sık sık görüşmektedir. Min Ho'nun da, Il Woo'nun da alkolle arası yoktur. Onun için Lee Min Ho'yla bir araya geldiklerinde evde takılmayı tercih ederler.

Yardımseverdirde aynı zamanda bizimki. Elinden geldiğince ihtiyacı olan herkese yardım etmeye çalışır. Hatta daha bir kaç gün önce yardıma muhtaç çocuklar için eşyalarını satışa çıkardı. Bayada bi ilgi gördü bu etkinliği... 
Çokta mütevazidir aynı zamanda. İki tane Türk kızı bizzat kendisiyle kısa sürede olsa görüştüğünde onlarla gayet güzel ilgilenmiş. Kızlar Türkiye'de seveninin çok olduğunu söylediğinde fazlasıyla şaşırmış ve mutlu olmuş. Bizim kızlar teşekkür ettikçe, Il Woo'da onlara teşekkür etmiş. Birde fotoğrafları var hatta. Ama eklemiyim, kızlar istemez belki.. Birinin yerine iki günlük radyo yayını yaptığı sırada bizim kızlarda izlemiş onu. Kalabalık fan grubu arasında tek yabancı bizimkilermiş. Ve ellerinde Türkiye yazılı bi kağıt varmış. Kamera özellikle kızları çekince Il Woo'nunda dikkatini çekmiş ve gülümseyip el sallamış onlara...
Farklı bi sempatisi vardır Il Woo'nun. Bugüne kadar onu sevmiyorum diyenine rastlamadım. Sanırım hem çocuksu hemde içten ve samimi olmasından kaynaklanıyo bu. Onun nasıl biri olduğunu insanlardan dinledikçe benim sevgim daha çok artıyo tabi... :)


Aşağı yukarı böyledir işte bizim Il Woo. 49 Days'ten beri en sıkı takipçilerinden birisiyim sanırım. Hiçte pişman etmedi sağolsun beni bugüne kadar.
Dizilere ara verdi bu ara, reklam çekiyo bol bol. Dört gözle bekliyorum yeni dizisinide henüz öyle bi haber yok malesef.
Neyse daha fazla uzatmiyim. İmza için girmeniz gereken site şu: 
İmza projemiz
Anlamakta zorlananlar içinde yapmanız gereken ise kısaca şu:
Sign the petition tuşuna basacaksınız. Çıkan sayfada yanında kırmızı yıldız olan her kutucuğu doldurmalısınız. Firs name: Adınız, Last name: soyadınız, altına mail adresiniz, country or regiondan ülkenizi seçtikten sonra Verification Code kısmınada kutucukta yazan harf ve rakamları yazıp sign tuşuna basarsanız işlemimiz tamamlanmış olacak. Short Comment to Target kısmınada isteğe bağlı olarak çalışmamızla ilgili içinizden geçenleri yada hedefimize söylemek istediklerinizi yazabilirsiniz.


Onu buraya getirme düşüncemiz imkansız gelebilir bazılarınıza, normaldir. Ama emin olun bu tür projeler olmadan o insanlar buraya gelmez. Gelmesininde bi anlamı olmaz zaten. Birileri davet etmeli ki, farketsinler bizi. Sadece 2-3 dakikanız yeterli bu işlem için. Desteğinizi esirgemeyin olur mu? Şimdiden teşekkürler... :)
Birde Yeppuda'da bi konu açmıştım bu konuda. Bakmak isterseniz onunda adresini vereyim:
Bu kadar söyleyeceklerim. Okuduğunuz ve zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.


Not: Şu an imza sayımız 102 oldu. Ama yetmez tabi. Daha çok imzaya ihtiyacımız vaar.. :)

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Benim Adım Khan ve Ben Bir Terörist Değilim!

Efendiiimm, daha az önce izlemiş olduğum ve hemmen yazmak istediğim 2010 yapımı mükemmel bir Bollywood filmiyle yine karşınızdayım... Filmimizin adı "My Name is Khan"


 Filmimiz Khan'ın çocukluğunun anlatıldığı kısa bir süre haricinde hep Amerika'da geçmekte. Ama tabiki bir Hint filmi. Yer yer ağlatan, yer yer güldüren ve içten içe gülümseten bu mükemmel filmi herkes izlemeli çabasıyla başlıyorum yazıma...


Baş karakterimiz Rizvan Khan, doğuştan Asperger Sendromu hastalığı olan bir adamdır. Rain Man'i izleyenler bilir, Khan'da tıkpı o filmdeki karakter gibi... Fazlasıyla zeki ama tavırları yüzünden anormal gibi görünen insanlar vardır, özürlü gibi görülür ama aslında çok daha farklı bir şeydir onlarınki. 


Khan, Müslümandır ve çocukken Hindistan'da Hindularla Müslümanlar arasında yaşanan çatışmalara bizzat şahit olmuştur. Hatta sokakta insanların söylediği nefret dolu bir konuşmayı evde aynen tekrarlayınca annesi oğluna müthiş bir konuşma yapar. 


Annesi: Bu sensin, Rizvan. Bu da elinde sopa taşıyan ve seni döven kişi.
Rizvan: Bu kötü... dayak kötü birşeydir.
Annesi: Evet. Kötü. Rizvan bak bu da sensin. Lolipopu olan kişi. Onu sana veriyor. Şimdi söyle bakalım Hindu'yla Müslüman arasında ne fark var? 
Rizvan: İkisi de aynı görünüyor.
Annesi: Güzel. Bir şeyi unutma. Dünyada sadece iki tür insan vardır. İyi şeyler yapan iyi insanlar ve kötülük yapan kötü insanlar. İnsanlar arasındaki tek fark budur. Başka bir fark yoktur anladın mı?

Zaten duyduğu ve gördüğü bir şeyi kolay kolay unutmayan Khan, ömrü boyunca bu konuşmayı unutmuyor ve hayatının her anında bunu uygulamaya başlıyor.
Tek çocuk değil Khan, bir de kendinden küçük erkek kardeşi var. Onun bir hastalığı yok, gayet normal. Küçük yaşlarda annesi sürekli Khan'la ilgileniyor diye onu fazlasıyla kıskanıyor. Bunun etkisi olarakta üniversiteyi Amerika'da okumak üzere bırakıp gidiyor onları. Bir daha da Amerika'dan dönmüyor zaten.

Birgün Khan'ın güzel annesi hayatını kaybediyor. Ölmeden önce annesine verdiği sözü tutmak üzere o da Amerika'ya gidiyor, kardeşi Zakir'in yanına. Zakir gibi mutlu bir hayat yaşamak adına...
Zakir evlenmiş, kendisi gibi Müslüman bir hanımla rahat bir hayat sürüyor. Evi, işi, arabası, her şeyi var. Pek tabi yalnız kalan kardeşi Khan'ı da yanına alıyor. 
Zakir'in karısı psikolog. Kapalı ve son deree zarif, güzel bir kadın. Başlarda yeni yerler ve yeni insanlar tanımaktan son derece korkan Rizvan'a yardımcı oluyor haliyle. Alışması için elinden geleni yapıyor..

Neyse... Lafı fazla uzatmamalı. Alışıyor Rizvan Khan zamanla Amerika'ya. Bunda Mandira'nın etkisi de büyük tabi. Amerika'da tanıştığı bir kadın Mandira. Evlenip boşanmış ve bir çocuğu var. Hayattan nasıl zevk alması gerektiğini bilen bir kadın, Khan'ı da hiç garipsemiyor. Onunlayken çok daha fazla yüzü gülüyor hatta... Khan'ın ısrarları sonucu evleniyorlar Mandira'yla. Mandira hindu, Khan Müslüman ama bu engel olmuyor evliliklerine. Mandira'nın oğlu Sam'de seviyor Khan'ı, yani onu herşeyiyle kabul ediyorlar.

Birde çok samimi oldukları, Amerikalı komşuları var. Son derece iyi anlaşıyorlar, birlikte aile gibi oluyorlar hatta. Khan'ın bu dostluğu ve samimiyeti özetleyen güzel bir sözü var yine..


Annem haklıydı.
Aileler sadece kan bağıyla oluşmaz.
Sevgiyle de oluşur.

Aynı masada Müslüman, Hindu ve Hristiyan  dinlerinden insanları bu kadar güzel bi samimiyet içinde görünce otomatik olarak sizde aynı şeyi düşünüyorsunuz zaten. Filmde pek çok ayrıntı ve mesaj gizliydi.. Sanırım buda onlardan biriydi...
Ne yazık ki her zaman böyle güzel gitmez hayat. Onlarında gitmedi. 11 Eylül saldırıları yüzünden bir anda karışıverdi herşey. Bütün dengeler değişiverdi. Bütün Müslümanlar terörist ve bütün Amerikalılar da teröristlerin hedefi haline geldi (!)

11 Eylül'de ölenler için düzenlenen törene Khan'da gitti Mandira'yla. Herkesin içinde, sesli sesli ölülerin ruhuna Fatiha okudu birde... Şaşırdı millet, korku kimisi, uzaklaştı onun yanından, ona bir ucubeymiş gibi baktılar hatta. Ama umursamadı Khan. Dini neyi gerektirdiyse onu yaptı sadece... 

 
Herkes düşman oldu Müslümanlara. Dükkanlarını yağmaladılar, zarar verdiler, dalga geçtiler, aşağıladılar. Her şey tepetaklak oldu. Anlatamayacağım pek çok neden yüzünden bozuldu her şey. Hatta Khan ve Mandira'nın arası da bozuluverdi bir anda...
 "Git" diye bağırdı Mandira, Khan'a sinirle. "Her şey senin yüzünden oldu, git!" 
Öyle dediğine bakmayın, Khan masum tabiki...


Ardından başladı Khan'ın yolculuğu... Bu yolculuğa çıkarken tek bir hedefi vardı Khan'ın. Amerikan Başkanına ulaşmak... Anlattığım hikayeye bakınca, çok alakasız geldi dimi bu cümle. Çok alakalı aslında.
Karısıyla arası bozuluyor ya hani, Mandira sırf onu başından atmak için sinirle "Git Amerika'daki herkese terörist olmadığını anlat. Bunu yapabilir misin?" diye haykırınca Khan'ın cevabı yapamam oluyor haliyle. Mandira'da bunun üzerine "O zaman niçin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'na anlatmıyorsun? Sayın Başkan benim adım Khan ve ben bir terörist değilim desene. Böylece, o da babasını ve oğlunun terörist olmadığını herkese duyurur." diyiveriyor.
Khan'da bunun üzerine düşüyor yollara. Ona tek bir cümle söylebilmek için: 
"Benim adım Khan. Ve ben bir terörist değilim."
Bu yolculukta başına iyi kötü bir sürü olay geliyor tabiki... Bir sürü insanla tanışıyor, bir sürü insanı adam ediyor ve bir sürü insana hayat dersi veriyor.. 
Anlatmayı ne kadar çok istesemde anlatamıyorum. Eğer anlatırsam filmin tüm zevki kaçar malum :)


Anlatmak istediği çok şeyi, vermek istediği çok mesajı var bu filmin. Ve bu filmi ne kadar çok kişi izlerse o kadar çok amacına ulaşmış olur. Benim bu yazıyı yazma nedenim de bu aslında... 
Ne yazık ki, bu piyasda boş film çok var, aralarından kaliteli olanları seçmek zor oluyor. Ben hazır birini bulmuşken, sizlerede anlatmasam haksızlık etmiş olurdum. 
3 Idios'tan sonra izlediğim en müthiş Hint filmi olan My Name is Khan'ı lütfen izleyin ve izletin... Sizden tek ricam bu...


18 Ağustos 2012 Cumartesi

Son Samuray Tom Cruise muymuuş?

Herşey Uzak Doğu mu yoksa Hollywood mu izlesem diye kararsız kalmamla başladı aslında... Bende en sonunda açtım The Last Samurai filmini izledim. Malum Hollywood yapımı ama büyük bi kısmı Japonya'da geçen bi filmdir kendisi.. 
Şaka şaka :D Uzun zamandır izlemeyi düşünüyodumda yeni kısmet oldu...


Filmimizin adı Son Samuray. Filmi izlemeden önce nedense Son Samuray kişisinin hep Tom Cruise olduğunu sanmıştım. Fazlasıyla yanılmışım! :D


Yıl 1876. Nathen Algren (Tom Cruise) eski bir savaşçıdır. Pek çok savaş görmüş ve hatta bu nedenle psikolojisi bozulmuştur. Sürekli kabuslar görmektedir. Sürekli gözünün önünde mermi yiyip yere yığılan insan görüntüleri gelmektedir. Bu korkunç görüntüleri hatırlamamak adınada sürekli alkol kullanmaktadır. 

 
 Birgün onu Japon askerlerini eğitmek ve deneyimlerinden yararlanmak üzere Japonya'ya çağırıyorlar. Sıkıntıları ise şu; Samuraylar son derece barbar ve İmparatora ve Japonya'ya zarar vermeye çalışıyorlar. Ama ne yazık ki Japon askerleri sayı olarak Samuraylardan üstün olsada askeri anlamda bilgisiz oldukları için yenilme ihtimalleri çok yüksek. İşte Nathan Algren'da tam olarak bu neden için çağırılıyor Japonya'ya. Onları eğitmek amacıyla... Nathan'da bu teklifi yüksek bir ücret karşılığı kabul ediyor...


Ardından başlıyor bizimkinin Japonya macerası... Gerçekten kendini tamamen işine veriyor Nathan. Son derece acemi olan askerleri eğitmek için elinden gelen herşeyi yapıyor. Ama ne yazık ki onlar henüz tam hazırlanamadan Samıuray'larla savaşmaları gerektiği söyleniyor. Engel olamasada en azından onlarla gidip yardım etmek istiyor. Ediyorda. Ama Samuraylar o kadar güçlü saldırıyorki, Nathan yakalanıyor. Ama yakalanmadan önce son gücüyle bir kişiyi daha öldürüyor. Sonra yaralı olarak götürülüyor Samurayların kendi köylerine...


Uzun bir süre yaralı bir şekilde yatıyor Nathan. Yakalanmadan önce öldürdüğü adamın karısı, abisinin ricası üzerine onunla ilgileniyor hatta. Yarasını dikiyor, yediriyor, içiriyor, iyileştiriyor. Zorlu bir süreçten sonra Nathan iyileşiyor... 


İyileştikten sonra Samurayların lideri olan adamla konuşuyor uzun uzun. Kötü sanıyor ya onları, soğuk duruyor hepsine karşı. Gitmek istediğini söylesede kabul edemiyor Samuray. "Kış başlamak üzere, bu havada hiçbir yere gidemezsin, köyden uzaklaşamazsın. Üç ay buradasın" diyince bizim Nathan'da ortama ayak uydurmak zorunda kalıyor.


Alışıyor sonra köye. Isınıyor oradaki herkese. Tarif edemediği bir huzur doluyor içine o köyde. Uzun zamandır ilk defa burada bu kadar huzurlu uyudum diyor hatta. Seviyor anlayacağınız köyü ve içindeki herkesi... Hatta bir eğlence sırasında Japon askerler, samurayların lideri Katsumoto'ya suikast düzenlenmek üzereyken farkediyor Nathan. Ardından onlarla birlikte, Katsumoto'yla omuz omuza, Japon askerlerine karşı savaşıyor. Bütün gücüyle hemde... 


Ardından kış bitiyor ve gitmek zorunda kalıyor bizimki köyden. Herkesle arayı düzeltmiş ve mutlu bir şekilde... A söylemeyi unuttum bak, aynı zamanda Japoncayıda iyice sökmüş bir şekilde... 


Gidiyor gitmesinede aklı köyde kalıyor. Ona bakıp iyileştiren güzel mi güzel Taka ve çocukları, onurlu adam Katsumoto, her daim ona iyi davranan Nobutada ve tüm köy halkı... Japon askerlerinin sıkıştırıp silah doğrulttuğu Nobutada'yı onların elinden kurtararak belli ediyor hatta özlemini... Kötü bi karşılaşma olsada mutlu oluyor onu gördüğüne... 


"Birleşik bir Japonya hayali kurdum. Güçlü, bağımsız, modern bir ülke hayali.. Artık demiryolumuz, toplarımız ve batı giysilerimiz var. Ama kim olduğumuzu unutamayız. Yada nereden geldiğimizi..." 

Bütün bunların sonrasında Japon askerleri samuraylara saldırmak üzere onların köylerine doğru yola çıkmışken Nathan gidip Samurayların yanında en önde alıyor yerini. Katsumoto'nun yanında... Orada kaldığı üç ay boyuncada dövüş tekniklerini geliştirdiği için son derece yardımı dokunacağına inanıyor sonuna kadar..
ve ardından savaş başlıyor. Japon askerler silahla, topla tüfekle gelirken savaşa, Samuraylar okla, kılıçla ve tabiki yumruklarıyla çıkıyor karşılarına.Sayı olarak fazlasyla azlar hemde. Ama herşeyden önemlisi onurlarıyla, bileklerinin gücüyle savaşıyor onlar. Asil bir şekilde...


- Bana nasıl öldüğünü anlat.
- Nası yaşadığını anlatacağım...

Devamını söylemeye gerek yok daha.. Filmin büyüsünü bozmayalım şimdi :) 
Tom Cruise'u Japon kıyafetlerinin içinde Japonca kouşurken görmek çok güzeldi. Bide güzel konuşuyo ki.. Dili çok güzel dönüyo artizin.. :D
Onurlu olmanın herşeye bedel olduğunu anlatan ve hakkaten onurları gittikten sonra insanların aslında hiçbirşeye benzemediğini anlatan müthiş bir film bu... Fazlasıyla da etkileyiciydi... Tavsiye ederim efenim, izleyiniz.. 
Ha bu arada... 


İşte son Samuray buymuş! :D



8 Ağustos 2012 Çarşamba

Süreyya'yı Taşlamak

Süreyya... Asil, kibar, güzel Süreyya... Ne yazık ki kaderi, kendisi gibi güzel olmadı...

Filmimizin adı "Süreyya'yı Taşlamak" Adı tüm filmi özetliyor aslında.. Amerikan yapımı olsada film İran'da yaşanan bir olayı anlatıyor. Gerçek bir olayı...
Fransız asıllı İranlı yazar  Freidoune Sahebjam 1994'te kitap şeklinde yayınlamış bu hikayeyi. Filmde de o hikayeyi nasıl öğrendiği anlatılıyor zaten. Kitap en çok satanlar listesinde uzun süre kalmayı başarmış. Ardından 2008 yılında sinemaya uyarlanmış. 
Film her ne kadar Amerikan yapımı olsada, filmde Amerika'nın izine hiç rastlamıyorsunuz. Sadece hikayenin anlatıldığı gazeteci-yazarı James Caviezel canlandırıyor. Zaten tanıdığım tek oyuncuda oydu filmde...


 Film gazetecinin arabasının bozulması üzerine kısa bir süre bir köyde konaklamak zorunda kalmasıyla başlıyor. Aynı anda ona paralel olarakta bir kadın nehir kenarına gidiyor ve orada bulduğu kemikleri toprağın altına gömüyor. Son derece hüzünlü bir ifadeyle...
Ardından kadın, gazeteciyi görüyor ve ona yaklaşarak birşey anlatmak istediğini söylüyor. Gazeteci başta kadından uzak durmaya çalışsada sonradan kadınla görüşmeyi kabul ediyor. 


Bu görüşmenin ardından kadın olan biten herşeyi anlatmaya başlıyor. Gazetecide kaydediyor tabi anlattıklarını. Ardından başlıyor Süreyya'nın taşlanma hikayesi...


İşte Süreyya... Baştada dedim ya, çok asil ve hoş bi kadın. Evli, iki kızı, iki oğlu var. Ama kocasıyla araları fazlasıyla bozuk. Adam son derece itici, kaba, kadına zerre değer vermeyen bi yaratık! Karısını defalarca aldatmış. Son olarakta 14 yaşındaki bir kızı gözüne kestirmiş, onunla evlenmek istiyor. Ama aynı anda iki kadına bakamayacağı içinde oğullarını yanına alarak Süreyya'dan boşanmak istiyor. Kızları umrunda bile değil. Süreyya'da "kızlarım ne olacak, ben onlara nasıl bakacağım?" düşüncesiyle kocasından boşanmak istemiyor. 


Buda Süreyya'nın halası. Çok güzel bir kadın. Dişlide aynı zamanda, kimseden sözünü sakınmıyor. Haksızlığa zerre tahammül edemiyor. Süreyya'yı her daim koruyup kolluyor. Ona zarar vermeye çalışan herkesede diş biliyor...
Birgün Haşim adında bir adamın karısı vefat ediyor. Adam engelli oğluyla yalnız kalınca köyün büyükleri (!) Süreyya'nın Haşim'in ev işlerine bakmasına karar veriyor. Ücret karşılığı olunca Süreyya'da kabul ediyor. Süreyya'nın kocasıda sırf kadından kurtulmak ve o genç kızla evlenmek amacıyla planlar yapmaya başlıyor... Karısının Haşim'le evinde sürekli yalnız kaldığını, kendisini aldattığı yalanını yayıyor etrafa... Oysa ne Süreyya nede Haşim en ufak fesatlık düşünmeyecek insanlar. Durum böyle olunca işler büyüyor, herkes Süreyya'ya düşman oluyor. Toplantılar yapılıyor, sözde yalancı şahitler bulunuyor. Sonra karar veriliyor Süreyya hakkında; recm edilecek... (Taşlanarak öldürülecek)

Zehra: Korkuyor musun?
Süreyya: Ölmekten korkmuyorum, ama taşlanarak ölmek aci veriyor olmalı!

Zehra ne yaparsa yapsın engelleyemiyor bu kararı. Durduramıyor bu caniliği. Yeğenini gözlerinin önünde Recm etmelerine mani olamıyor...


 İlk taşı Süreyya'nın yaşlı babasına attırıyorlar. Değmiyor taş bir türlü kızına. Defalarca atıyor çarpmıyor.. Kadınlar çırpınıyor "bu bir işaret! Değmiyor taş ona! O masum!" diye. Zehra atılıyor Süreyya'nın önüne. "Beni taşlayın, onun küçük çocukları var" diye. Dinlemiyor kimse, bu kez Süreyya'nın kocası alıyor eline taşı... Sonra olanlar oluyor zaten...

 Sonra iki oğluna veriyorlar taşı. Çekinselerde başta, atıveriyorlar Süreyya'nın kafasına... Haşim'e de attırmak istiyorlar hatta. Yapamıyor Haşim, eli gitmiyor o taşı atmaya, ağlayarak uzaklaşıyor oradan.


Anlatılan hikaye işte bu... Filmin adı bile herşeyi özetlediği için anlatmakta sakınca görmedim. Önemli olan başını sonunu bilmek değil zaten. Önemli olan şu filmi izlemek! Süreyya ve Zehra'yla birlikte ağlaya ağlaya hemde... 


 Köyün mollası ve muhtarı ne kadar engellemeye çalışsada yazar ellerinden kurtulup uzaklaşıyor o korkunç köyden. Yanında Zehra'nın anlattığı o acıklı hikayeyle... 
Gerçek bir hikaye bu, insanın kanını donduran bir hikaye.. Ağlamaktan gözlerinizin acıyacağı bir hikaye... Bazı hikayeleri tüm dünya bilmeli. Bilmeli ki hayatını kör bir insan gibi herşeyden bihaber yaşamasın. 
İzleyin, izletin. Zehra'nın çabasını boşuna çıkarmayın. Onun tek amacı bu hikayeyi tüm dünyanın duymasıydı.. Oldu...  Süreyya'nın hikayesini tüm dünya duydu... 


 Zehra: İbrahim, niçin korkuyorsun? Hak yerini buldu değil mi? Kurban olduğum Rabbim çok yücedir. Köyümüz, dünyaya bir örnek olmayacak mıydı? Şimdi tüm dünya öğrenecek. Burada gerçekleşenlerden tüm dünya haberdar olacak. Evet! Tüm dünya öğrenecek!


 
 

2 Ağustos 2012 Perşembe

Mim geldi hanıımm: K-pop grupları.. :)

Efendiim, bendeniz KoreCan yine karşınızda! Ama bu sefer öncekilerden çok daha farklı bir konu ile karşınızda.. 
Geçenlerde almış olduğum bir adet mim vardı amma velakin onu bir türlü vakit bulup yazamadım. İkinci mimimde dün gelmiş olunca artık bunu yazayım bari dedim ve geçtim Blogcuğumun başına.. :D
Söylemeden geçmek olmaz, ikinci mimim Ya leyl ciğimden geldi. :) 
Bu seferki yazımız kore pop piyasasıyla ilgili. Bilmeyenler için söylüyorum, Kore, müzik konusunda son derece başarılı ve kaliteli gruplara sahiptir. Hatta bana göre Amerikalı şarkıcılardan sonra Koreli şarkıcılar dünyaya açılmalıdır, açılmaktadır...
Şimdiii geçelim sorulara:

1) K-pop'un en yetenekli grubu?
2) K-pop'un en kaliteli grubu?
3) K-pop'un en içi dışı bir grubu?
İlk sorumuzun cevabıyla başlayalım: 
Soru 1
En yetenekli grup: Big Bang

 
Bu kategoriye Big Bang'i sokmasam büyük bi hata yapabilirdim. Dinlemiş olduğum ilk şarkıları Tonight'tır ve o andan itibaren Big Bang benim için, sevilesi, saygı duyulası, içten içe hayranlık duyulası, her bir üyesine teker teker sevgi beslenilesi (Daesung'la pek aram yok gerçi ya..) bir grup olmuştur! İşin özü Big Bang candır yahuu! :D
İşte Tonight
Nedeni ise şu; Adamlar hakkaten işlerini biliyo! Beşide tam şov adamı! Özellikle uğraşsalar böyle beş çatlağı bir araya getiremezlerdi heralde. Bi kere grubun lideri bile çatlak! Rapper'ının ses tonu müthiş, vokaller bambaşka bi dünya.. Kore'ye karşı bi sempati duyuyosanız Big Bang'e de bi ilgi duyuveriyosunuz zaten. 
Her albümde kendilerini yeniliyolar, her şarkıda farklı tarzlar deniyolar, kendilerini tipten tipe sokuyolar, şarkıları son derece başarılı ve kaliteli. Son albümden önce başlarına bir sürü olumsuz iş geldi ama onlar öyle güzel bi dönüş yaptılar ki.. Tüm olumsuzluklar bir anda siliniverdi. Böylede dayanıklılar işte... Sırf Big Bang için bile şirketleri YG'ye son derece saygı duyuyorum.. 
 Son olarak birbirinden farklı tarzda klip ve şarkılarıyla ilk sorumun cevap kısmını  kapatıyorum..
 -Blue-
 -Fantastic Baby-
-Monster-

Soru 2
En kaliteli grup: Big Bang, CN Blue ve Ft. Island
Big Bang'i tekrar tekrar anlatmak gereksiz, onun için diğer iki gruba geçiyorum..
İki grupta aynı şirketten. Ve bana göre Kore'nin en kaliteli grupları onlar. 
Aslında her iki grupta haklarında ayrı ayrı yazı yazılacak kadar sağlam gruplar ama ne yazık ki kısaca geçmek zorundayım. 
You're Beautiful dizisi sayesinde Ft Island'dan Hong Ki'yi, Cn Blue'dan da Yong Hwa'yı tanımamla başladı bu iki gruba olan ilgim. Açıkçası Ft Island'ın da hala Hong Ki hariç diğer üyelerini pek bilmiyorum. Çünkü baş vokalist Hong Ki'dir zaten.
Hong Ki'canın o kadar hoş, o kadar rahatlatıcı ve buğulu bir sesi vardır ki, dinlerken uçaar giderim adeta. Hatta onun canlı performanslarını dinlemeyi çok daha fazla seviyorum. Kendini fazlasıyla kaptırıyo çünkü. (Bu arada yaşıtımdır kendisi :D)
İşte Hong Ki'den müthiş bi canlı performans..
 
Cn Blue'da ise coverlar müthiş olur genelde. Lider ve baş vokalist Yong Hwa'nın sesi süperdir ve İngilizceyle arasıda son derece güzel olduğundan yabancı coverlarda dahil olmak üzere bayaa bi güzel seslendirmektedir. 
Cn Blue - Geek in the pink

Yong Hwa ve IU - Lucky

Kısaca iki grubun en sevdiğim yanı, şarkıları her zaman kendileri yazar, kendileri besteler, kendileri çalar ve söylerler. İki grubunda hiçbi zaman deli gibi dans ederek şarkı söylediklerini hatırlamam. En güzelide bu zaten. Sadece enstrümanlarının başındadırlar ve çalarak söylerler. Sadece müzik yaparlar, olayı abartmazlar. Buda benim gözümde, bu iki grubu müthiş bişey yapar! 

Cn Blue - Love

Ft. Island - Love Love Love

Bak yine dinledim yine bi aşka geldim. Ben bu çocukları çok seviyorum yaaa! :D
Son olarak iki süper grubumun birbirleriyle atıştığı, ah bende o konserde olaydım diye saçımı başımı yolduğum, izlemeye ve dinlemeye doyamadığım müthiş konserden 12 dakikalık bir video ekleyip son soruya geçiyorum :D


Soru 3
En içi dışı bir grup: Boyfriend
 Vee son olarakk bir numaralı Bestfriend olmak isteyen bi insan olarak bu kategoriye en sıkı takip ettiğim grubu, kuzucuklarımı eklemesem ayıp olurdu :)
Bir yıldır falan takip ediyorum bu grubu. Üyelerin her birini bi başka severim. Lider hariç daha yaşları küçük zaten. En küçüğü 95'li.. İkizlerim var hatta bide, onlarda 95'li. :)
Bu kategoriye onları sokmamın nedeni ise şu: Hakkaten bu zamana kadar reality showları olsun, katıldıkları televizyon programları olsun, konser önce ve sonrası görüntüleri olsun, bir çok videolarını izledim. Ve her izlediğim videoyla daha bi fazla sevdim. Bilmiyorum, taraflıda davranıyo olabilirim ama hakkaten ben onları bu şekilde görüyorum. Bana göre onlar kendi aralarında neyse dışarıyada onu yansıtıyolar gibi..
Gibi diyorum çünkü hakkaten malesef k-pop'a pek güven olmuyo. Beni utandırmalarından en çok korktuğum grupta Boyfriend zaten..
Şarkılarınıda severim, tarzlarını severim, özellikle üç küçük üyesinin daslarını severim, üyelerini zaten çook fazla severim.. E daha ne olsun.. :D :D

Boyfriend - Love Style

Boyfriend - I'll Be There

Benden bu kadaar.. Eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. Şimdii bende bu mimii daha yeni tanıştığım Gülsüm e ve beni yorumlarıyla yalnız bırakmayan meltem e yolluyoruum. Hayırlı uğurlu olsun :D