Kaç kişi ziyaret etmiş?

30 Haziran 2012 Cumartesi

The Avengers'a Hazırlık: THE INCREDIBLE HULK

Efendiiimm.. Avengers'a hazırlık yazı dizisinin üçüncüsüyle yine karşınızdayım. Bu seferki filmimiz, yeşil, koccaman, iri yarı, önüne geldiğini dağıtan devimiz Hulk'ın filmi The Incredible Hulk! Neden "devimiz" şeklinde benimsedim bende bilmiyorum ama kendisi yaratığa dönüştüğünde psikopatlığın ve saldırganlığın dibine vursada, aslında özünde iyi bi insanadır o! 
Neyse en iyisi başından anlatmak...

Avengers filmine hazırlık için çekilen 2008 yapımı The Incredible Hulk filmi olsa da, aslında Marvel öncesinde 2003 yılında bir tane daha Hulk filmi çekmiş. Onun adı sadece Hulk. Belli ki o zamanlar pek inanılmaz gelmemiş o karakter gözlerine. Ters adamlar işte, asıl ilkinin inanılmaz olması gerekiyo ya neyse... Şimdi konumuz bu değil. 

İlk filmde Hulk karakterini canlandıran kişi Eric Bana'nın ta kendisi. İkinci filmi anlamak içinde bunu izlemek gerekiyor zaten. Onun için ikisini de arka arkaya izlemek zorunda kaldım. Ki normal şartlarda böyle bi filmide izlemem. Sinirlenince devasa yeşil bir yaratığa dönüşen adamın hikayesi hiçbir zaman mera uyandırmadı çünkü bende. Ama Marvel bu, insana her türlü filmi izlettirir... 


Kısaca ilk filmin konusu şu: Bruce Banner (Eric Bana) küçükken, babasının abzürt ve saçma sapan bilimsel deneyleri yüzünden, genlerinde tuhaf yeşil tanımlayamadığım bişeyle doğmuş bir çocuktur. Aslında babası o şeyi kendine enjekte etmiş ama haliyle genlerden bu çocuğa da geçmiş. Sonra Bruce büyür, bilim adamı olur. Önemli bir labarotuvarda çalışmaya başlar. Bir gün yaşanan bir kaza nedeniyle Bruce'un içinde hapsolmuş o yeşilimsi şey, yavaş yavaş kendini göstermeye başlar... Daha doğrusu sinirlendiği anda ortaya çıkar. Bruce sinirlendiği bir an, yavaş yavaş irileşir, rengi değişir, bir anda yaratıkımsı bişeye dönüşüverir. Birde sen bunu kontrol edeme! Ondan sonra seyreyle cümbüşü! 


Gelelim 2008 yapımı olan ikinci Hulk'a. Buna bide ek olarak incredible yani inanılmaz eklenmiş, olmuş size The Incredible Hulk! Bu filmi çekici kılan yanı ise başrolünde Edward Norton'ın olması. Severim bu adamıda, filmlerini de. Onun için her türlü izlerim yani... 


Diğeriyle benzer bir hikaye haliyle.. Sadece ek olarak bir yaratık daha dahil oluyor filme. Bruce'un sevdiceği olan Betty Ross'un (Kendisini Liv Tyler canlandırmış) babası general. Bruce izini kaybettirmiş olduğu için yaşanan ilginç bir hadise sonrası yaşadığı yeri buluyorlar. General'in amacı belli: Savaşlarda kullanabilecekleri güçte müthiş bir yaratık oluşturmak. Bunun içinde Bruce'un yeşillendiği andaki özelliklerini istiyorlar. Bruce'da "Efendim siz manyak mısınız? Hulk bu! Ondan hiç asker olur mu? Delidir ne yapsa yeridir! Kendini tutamaz savaşta iki tarafıda paramparça eder! Bi vursa kendinizi okyanus üstünde uçarken bulursunuz!" şeklinde nedenlerden ötürü buna izin vermem diyip o yeşilimsi şeyi vücudundan atmak için çabalıyor. 


Buda filmimizin süper tipsiz kötü adamı! Hulk'ın gücünü ölesiye kıskanan, "Banane banane, benden ondan istiyorum" düşüncesinde, dengesiz adam Emil Blonsky. Hep General'in başının altından çıkan bazı nedenlerden ötürü bu da işin içine giriyor. Sonrasında hem generale hemde Hulk'a baya bela oluyor tabi...
Yine Amerika'ya bir yaratık saldırıyor, yine Amerika paramparça oluyor, yine Amerikalı halk bu tuhaf yaratıkları görüp çığlık çığlığa koşuşturuyor. Bir Allah'ın kuluda demiyor ki "Bu yaratıklar niye hep Amerika'ya saldırıyor?" :D
Kısaca filmimiz bu şekilde... Avengers'a iki şekilde bağlıyorlar filmi. Biri arada bir adı geçen ve Avengers'ta sürekli bahsedilen "SHIELD" adındaki gizli örgüt (Nasıl gizliyse herkesin dilinde maşallah) :D Birdee son sahnede General bir barda üzgün, mutsuz ve pişmanlıkla içkisini yudumlarken ziyaretine bir adam geliyor... Bu kişi tabiki, benim adamım Tony Stark yani Iron Man. Yani Robert Dawney Jr. Benim için en tatlı süprizde o oldu zaten...


Bugüne kadar Marvel 3 farklı Hulk sürdü piyasaya. Üçü de farklı oyuncular... Ama bana göre en süperi Edward Norton'dı. :))
Son olarak ben bu adamların yerinde olsam çok fena alınırdım yaa. 
"Sen bana ne demek istiyosun arkadaşım? Bana bakınca bi dev mi görüyosun yani? Ben o kadar tipsiz ve iri miyim de bana böyle bi rol teklif ediyosun?" diye... 
Ama üçüde sorunsuz kabul etmiş görünüşe göre... :D

Vee The Incredible Hulk fragmanı... 




26 Haziran 2012 Salı

Seni Seviyorum New York!

Uzuun zamandır izlemek istediğim, ama bir türlü sıra gelmeyen film New York I Love You filmini gün itibariyle izlemiş bulunuyorum... Bazı özellikleri nedeniylede bi yazma isteği oluştu bende...
Önce afişimiz...


Hollywood filmlerinin en zengin kadrolu filmlerinden biri budur sanırım. Genelde filmlerde başrol oynayan bir çok oyuncu bu filmde ufak ufak rollerde yer almış çünkü.. Orlando Bloom, Shia LaBouf, Bradley Cooper, Natalie Portman, Ethan Hawke, Rachel Bilson, Andy Garcia, Hayden Christensen, Shu Qi, Uğur Yücel ve daha bir sürü oyuncu...
Filmimiz aralarında Fatih Akın'ında olduğu 12 farklı yönetmen tarafından, kısa kısa hikayeler şeklinde çekilmiş. Hepsinin tek bir mekanı var: New York! Filmi izlerken sanki arka arkaya ünlü oyuncuların yer aldığı kısa filmler izliyor gibi oluyorsunuz. Bu şekilde pekde bir şey anlamıyorsunuz aslında. Bazı hikayeler kopuk kopuk gösterilmiş çünkü. 
Ama arada dikkatimi çeken bazı hikayeler varki... Onların hatrına bu yazıyı yazmalıyım diye düşündüm...  
 Filmin amacı şu: New York'ta birbirinde farklı bir sürü hayat vardır, çeşit çeşit insan vardır. Her dinden, her ülkeden, her ırktan insan nefes alır New York'ta... Gecesi ayrıdır, gündüzü ayrı... En az Amerikalı kadar başka ülkelerden de bir sürü insan yaşar New York'ta... Kocamandır bu şehir... Kendi çapında bi dünyadır adeta...
(Bu benim anladığım tabiki) :D

Şimdi dikkatimi çeken hikayelerden bahsedeyim kısa kısa... 
Şu görmüş olduğunuz adam Ethan Hawke. Kadınlarla fazlasıyla ilgilidir bu abi :D 
Şu yanında görmüş olduğunuz kadınada sigara içerlerken bir sürü asıldı. Ağzı accayip laf yapıyo tabi, öyle pat küt asılmaktan bahsetmiyorum. Yazıya döksen sayfaları bulacak uzunlukta konuştu da konuştu. Kadın sigarayı bitirene kadar, adam kendi çapında bi aşk romanı yazdı adeta. :D Ama karşısındaki çekik gözlü, güzel hatun öyle bişey söyledi ki... Bizim ki ufak çaplı bi şok yaşadı... Biraz müstehcen ama komik bi hikayeydi...


Gelelim bir diğer hikayeye... Bu hikayedeki genç ise, diğerinin tam zıttı. Kızlardan yana baya bi şanssız. Okulun mezuniyet balosu öncesi kız arkadaşı onu terkedince oda boşta kalıyor. Tanıdığı bir adamda, çocuğa acıdığı için kızını baloya götürebileceğini söylüyor. Kızın fotoğrafını görünce çocuk etkilensede, sonrasında kızın tekerlekli sandalyeyle evden dışarı çıktığını görünce bi afallıyor tabi. Sonrasında olay çok daha başka bir hal alıyorda, anlatmak olmaz şimdi. :D
Bu hikayede beni şaşırtan noktalardan biri şuydu:

Kısacık, küçücük, ufacık bir sahnede karşımıza bir anda Gossip Girl'ün başrol oyuncusu Blake Lively çıkıveriyor. Çocuğun onu terkeden kız arkadaşı rolünde. Tek bir sahne... Bir başrol oyuncusu için baya bi ilginç geldi tabi bana bu durum...

  
Bu hikayeyi güzel yapan işte şu ufaklık... Çook sevimli konuşması ve çok güzel bi yüzü var. Bu bölümün senaristi ve yönetmeni ise filmin başka bir bölümünde oyunculukta yapmış olan Natalie Portman... Yönetmenlikte yapabildiğini bilmediğim için görünce baya bi şaşırdım... Güzeldi ama, yönetmenliğinide beğendim... :))
Filmde kızın, yanındaki adama söylediği bir replik var. Çok hoşuma gittiği için not etmiştim. Burayada ekliyorum...
- Güneş oğlan, ay da kız... İkisininde gökyüzünde olduğu zamanları çok seviyorum. Ortaya bir sürü güzel renk çıkıyor. Mor, çingene pembesi, normal pembe. Sanki hepside hala fırsatları varken birbirleriyle kovalamaca oynuyor.

  Vee işte Natalie Portman'ın oyuncu olarak karşımıza çıktığı kısım... Kendisi bir Yahudi'yi canlandırmış. Kendi gibi Yahudi bir adamla evlenecek. Bu fotoğrafta düğününden bir görüntü... Hikayeye pek anlam veremesemde, düğünü öncesi Hindistanlı bir adamla yaptığı konuşma fazlasıyla dikkatimi çekti. Hristiyanlık, Yahudilik ve Hindularla ilgili çok ilginç tespitler yapmışlar.. Hepsini yazmamın imkanı yok ama en çok dikkatimi çeken kısım şuydu: Hindistanlı adam tokalaşmak için elini uzattığında Natalie Portman'ın söylediği şey aynen şuydu:
- Kocamdan başkasına dokunmam yasak.
Yahudilerde de böyle bi hassasiyet olduğunu bilmiyodum, şaşırdım...


İşte beni en çok güldüren ve filmde en sevdiğim çift! O kadar tatlı atışıyolarki, sürekli kahkaha atmama neden oldular. Amca yavaş yürüyo, elinde bastonu var. Kadın daha dinç. Hızları bir türlü tutturamıyolar. Adamda sinirleniyo haliyle: 
- Beni boşa, daha genç biriyle evlen o zaman!
Kavga ede ede yürüselerde, her konuda en sevimlisinden atışsalarda birbirlerini o kadar içten seviyolarki "Aman ben sizi yerim" diyesiniz geliyo. :D 

İşte onu deme isteğinizin geldiği sahne... :D Bide kocasına diyo ki:
- O kasketi takınca daha yakışıklı oluyosun. Gerçi sen her zaman çok yakışıklısın...


Fatih Akın yönetmenliğinde Uğur Yücel'in kısada olsa bir ressamı canlandırdığı kısma gelirsek... Pek bişey anlamadım aslında. Tuhaf ve kısa bir hikayeydi. Ama hoşuma giden kısım şu: Shu Qi, Çinli, güzel mi güzel, zarif bi ablamızdır. Ben onu ilk defa Donnie Yen'in bi filminde izlemiştim. Güzelliğine hayran olmamak elde değil. Ki Hollywood'da keşfetmiş zaten kendisini.. İşte bu bölümde Uğur Yücel'in partneri, benim güzel hatunum Shu Qi!...


 Geldik bahsetmek istediğim son hikayeyee... Shekhar Kapur adında Hindistanlı bi yönetmenin üstlendiği, Shia LaBouf'un başrolünde oynadığı bölüm... Belkide filmin en güzel kısmıydı... Shia'nın masumluğu, topallayarak yürüyüşü, aksanlı konuşması, o derinden ve hüzünlü bakışı... Yaşlı kadının zerafeti, kibarlığı, içten ama gizemli tavırları... 

Şu elbiseyi giydikten sonraki o zerafeti, aynanın karşısındaki duruşu, odanın görüntüsü... Tablo gibiydi sanki... Sonunda da o kada ilginç bişey oluyoki hem ufak çaplı bi şok yaşadım hemde gözlerim doldu... İşin aslı en etkileyici kısım tam olarak buraydı... 
 Hikayeler bu kadar değil tabi ki... Daha anlam veremediğim, ne anlatmak istediğini anlayamadığım karakterler ve hikayeler vardı da... İzleyipte anlayan olursa banada anlatsın lütfen... :D 


Son olarak... Filmi aslında özetleyen diyalog yine bu ikiliden geldi:
Kadın: Amerikalı değilsin
Çocuk: Hayır değilim. Bu otelde pek amerikalı yok. 
Kadın: New York'un en sevdiğim özelliklerinden biri... Herkes başka başka yerlerden gelmiş...

Birbirinden tamamen farklı pek çok insanın kısa kısa hayatlarının anlatıldığı bu filmi beğendim veya beğenmedim diyemiyorum. Çünkü gerçekten çok hoşuma giden kısımlarının yanında bir de "Burası olmamış sanki, ne alaka" dediğim kısımlarda vardı... 
Son olarak her zamanki gibi filmin fragmanıyla huzurlarınızdan ayrılıyorum...




24 Haziran 2012 Pazar

Fransız Filmlerinin En Sevimlisi: The Intouchables

Blogumun adı her ne kadar KoreCan olsada, tek bir ülkede sabit kalmayacağımı, farklı ülke sinemalarından da bahsedeceğimi söylemiştim. Ve şimdi önceden hiç bahsetmediğim bi ülke sinemasıyla karşınızdayım: 2011 yapımı bir Fransız filmi...
 Filmimizin adı Intouchables. Yani Dokunulmazlar...

Bir adam düşünün... Adı Philippe. Başı ve boynu hariç baştan aşağı her yanı felç! Sonradan olan bir şey, nedenini kendisi filmde anlatıyor zaten... 
Bu adam fazlasıyla zengin olduğu içinde hizmetinde bir çok insan yaşamakta. Mükemmel bir malikanesi, kendisine son derece sadık çalışanlarıyla birlikte o haline rağmen yaşamaya çalışmakta. Birgün onun her konuda bakıcılığını yapacak, erkek bakıcı için pek çok insanla görüşmeler yapıyorlar. Bu görüşmeye gelenlerden biri de Driss. Aslında oraya geliş amacı biraz farklı, onu işe almayacaklarını düşünerek gidiyor. Ama o kadar rahat ve samimi bir şekilde konuşuyorki, bu durum Philippe'in dikkatini çekiyor ve Driss o koca malikanede işe başlıyor. Tabikide yatılı olarak ve kendisine muhteşem bir oda veriliyor...


Driss başlarda baya bi afallıyor tabi. Adamın felçli olduğunu unutup çalan telefonu uzatıyor, yalnışlıkla bacağına sıcak su döktüğünde adamın hiçbir şey hissetmediğini farkedince, bu sefer deneme yapmak için biraz daha döküyor, Philippe'nin yardımcılarından biri olan güzel hatun Magelie'yi izlicem derken çatalı yanlışlıkla adamın gözüne sokuyor falan... :D 
Zaten kendisi tam bi fırlama. Hareketleri, tavırları, tarzı, konuşma şekli... Tam cool zenci.. Ve her şeyden kendine eğlenecek o kadar çok şey buluyor ki.. Sanırım Philippe'nin de onu işe alma nedeni buydu. Adamın enerjisi muhteşem bi kere... 


Onlar dostluklarını ilerlettikçe ve zamanla birbirlerini tanımaya başladıkça Driss adamı kendine benzetmeye de başlıyor haliyle :D Masaj için çağırdığı kadınlar, içirdiği otlar, Driss'in, Philippe'in sanatsal faaliyetlerine getirdiği muhteşem yorumlar ve bunlara Philippe'in kahkahalarla gülmesi... Anlayacağınız birbirlerine son derece zıt olsalarda birbirlerini tamamlıyorlar aslında...
Bir yandan da Philippe'in Driss'te bulduğu hayat enerjisi, ona bu derece bağlanmış olmasının nedeni bence. Kendi yapamadığı şeyleri Driss yapıyor ya... Yaşadığını Driss yanındayken anlıyor adeta...



Sadece Driss, Philippe'i etkileyecek değil ya... Philippe'in ısrarlarıyla Driss'in yamaç paraşütü yaptığı bi sahne var ki... Korkudan ruhunu teslim ediyodu nerdeyse çocuk.. :D


Filmi sevme nedenlerime gelince... Madde madde sıralamak istiyorum:
1. Öncelikle film tamamen gerçek bir hayat hikayesinden uyarlanmış. Tek fark, gerçeğindeki bakıcı zenci değil.
2. Driss'in enerjisi gerçekten o kadar müthişki, sürekli sırıtmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Sürekli gülüyor, sürekli espri yapıp bir fırlamalık yapıyor. Ve en güzeli Philippe, Driss'ten çok farklı olmasına rağmen onun hiçbir şeyinden ve hiçbir sözünden rahatsız olmuyor.. Tam tersi onunla birlikte herşeye gülüyor hatta. :)
3. Fransız filmlerinin o hayran olduğum renk uyumları bu filmde de fazlasıyla mevcut. 
4. Philippe'in sanatsal faaliyetlerine Driss'in getirdiği yorumlar aslında bir çok insanın düşünceleriyle gerçekten uyuşuyor. Driss'de mutlaka size ait bir şey buluyosunuz zaten...
5. Öyle patron-bakıcı ilişkisinin zerresi yok aralarında. Bu muhteşem dostluğu ve samimiyeti kıskanabilirsiniz hatta... :)
6. Fransa'nın en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyo. Ki bencede öyle, bilgisayarımdan silmeye kıyamadığım nadir filmlerden... 



Aklıma gelenler bu kadar. Konuya ve ayrıntılara pek fazla girmedim. Daha çok güzel ve sevimli sahneler var filmde. Driss'in resim yapma sevdası, Philippe'in üvey kızı, Driss'in o kızla çatışması, Driss'in film boyunca asıldığı Magelie, Philippe'in 6 ay boyunca mektuplaştığı mektup arkadaşına Driss'in müdahalesi ve daha neler neler...
Filmi şiddetle herkese tavsiye ederim. Film bittiğinde tuhaf bi gülümseme isteği duyacaksınız. Bi iç çekeceksiniz  falan.. Çok tatlı bi his oluşturuyo içinizde... Fazla sevimli.. :D


Vee son olarak en güzel sahneleriyle olmazsa olmazımız, film fragmanımız... Hayydi bakalım.. :))