Kaç kişi ziyaret etmiş?

28 Temmuz 2013 Pazar

Kelimelerin Yeterli Gelmediği Belgesel: Baraka

Ne oyuncumuz ne de diyaloğumuz var, dolayısıyla görüntü bizim başrol oyuncumuz.” Ron Fricke (Yönetmen)





Fotoğraflar Ron Fricke’in 1992 yapımı Baraka isimli belgeselinden… Tıpkı onun da dediği gibi.. En ufak bir diyalog yok belgesellerinde, kelimelerle bulandırmaz öyle zihinleri. Sadece gösterir.. Görüntülerdir onun en sağlam kelimeleri.
Baraka’yı izlerken zihniniz boşalıverir sanki, o görüntülerdeki ülkeleri ziyarete çıkmış gibi olursunuz. Birileri sihirli bir değnekle sizi oralara bırakıverir sanki öylece.. Kamboçya, Brezilya, ABD, Japonya, Hindistan, Nepal, Çin, İran, Mekke, İstanbul ve daha pek çok ülke, pek çok şehir….
Yorulmadan, sakin bir dünya turu yapmak istiyorsanız eğer, Baraka, bu görevi sizin için başarıyla yerine getirecektir. Unutmayın! Kelimelere, diyaloglara, o kafa karıştırıcı repliklere ihtiyacınız yok, belgesele adapte olup gezintiye çıkabilmeniz için, görsellik ve müzik yeterli.
Hayatınızın en ilginç görüntülerini izlemeye hazır olun… 

2 Mart 2013 Cumartesi

Masalsi Bir Macera: Life Of Pi..

Pi.. Matematikteki pi sayısı değil onun adının kaynağı, bir havuzun adının kısaltılmışı… Enteresan ailesinin ona yaşattığı ilk tuhaflık bu. Sonrasında pek çok şey yaşayacak zaten.

image

Hindistanlı bu çocuğun kendisi, aslında ailesinden de tuhaf. Daha çocuk yaşta 3 farklı dine inanmaya başlıyor. Budist, Hristiyan ve Müslüman. Namaz da kılıyor, sofrada yemekten önce dua edip haçta çıkarıyor. Ailesi rahat o konuda, özgür bırakmışlar. Babası pek memnun olmasada kendisi bilime inandığı halde, oğlunun kendi yolunu bulması için serbest bırakıyor onu.
Babasının bir hayvanat bahçesi var. Önceleri herşey yolundayken, maddi sıkıntı çekmeye başlıyorlar ve hayvanları Hindistan’dan başka bir yere taşımaya ve bir kısmını satmaya karar veriyorlar. Çünkü sadece hayvanlar onların, hayvanat bahçesi değil..

image

Bir Japon gemisiyle çıkıyorlar yola. Hindistan’dan Kanada’ya doğru.. Geminin Fransız aşçısıyla (Ki o Fransız aşçı Gerard Depardieu'ydu ve beni çok şaşırttı. Başrollük bi adamdır çünkü o) biraz sıkıntı yaşasalarda kör topal idare ederek giderlerken çok daha kötü birşey oluyor. Fırtına çıkıyor ve koskoca gemi, mürettebatıyla birlikte okyanusun dibini boyluyor..
Pi ve bir kaç hayvan hariç. Pi’nin nasıl kurtulduğunu film anlatsın ben değil..

image

Asıl macerada bundan sonra başlıyor. Çünkü Pi’nin şans eseri kurtulduğu filikada bir zebra, vahşi bir sırtlan, bir orangutan ve en kötüsü olan koskoca bir Bengal Kaplanı da var. Böyle bir mürettebatla, küçücük bir filika da, Pasifik Okyanusu’nun ortasında kalan Pi, o andan sonra sadece zekasını konuşturmak zorunda kalıyor. Diğer hayvanlar çabuk ölüyor zaten de, asıl Kaplan Richard Parker’la veriyor en büyük savaşını…

image

Biz Pi'nin bütün bu hikayesini kendi ağzından dinliyoruz. Büyüyüp koca adam olduğunda kendisini ziyaret eden Amerikalı bir yazara anlatıyor hikayesini. O da bu hikayeyi kitap yapacak, amacı o. 


O kadar mükemmel görüntüler vardı ki filmde, sanat ve görüntü yönetmenini bulup ellerinden öpesim geldi. Rüya gibi, masal gibiydi sanki. Geceleri parıl parıl parlayan okyanus ve gökyüzü, arada bir cam gibi hareketsiz kalan okyanus, Pi’nin bir aralık bulduğu o tuhaf ada… 

image

Her biri başka büyüledi beni. Söylemeden geçmek olmaz, yönetmeni de ünlü Uzak Doğulu yönetmen Ang Lee. Karmanın böylesi.. Hint oyuncular, uzak doğulu yönetmen, çekilen yer Hollywood stüdyoları.
En iyilerim arasında artık bu film. Tavsiyemdir, izleyin izletin, izlemeden, tahminde bulunup burun kıvıranında çok net kafasına bi tane indirin.. Haydi eyvallah..


17 Ocak 2013 Perşembe

Hayatımda Gördüğüm En Akıllı Aptal: Rancho!!

Birazdan okuyacağınız bu yazıyı, bir zamanlar "Hint sinemasını sevmiyorum, çok saçma filmleri var" diyen ve sonradan fena halde yanıldığını fark eden biri yazdı. Her şeyden önce, ön yargım yüzünden özür dilerim Bollywood!



Tanıtacağımız filmin adı 3 Idiots, yani 3 Aptal... Film, tamamen Hindistan'ın eğitim sistemine eleştiri amaçlı yapılmış. Ama izledikçe anlıyorsunuz ki, Hindistan'da yaşanan tüm eğitim sorunları aslında dünyayla aynı doğrultuda... Ben eminim ki, izleyen herkes, kendinden bir şey mutlaka buluyordur bu filmde...


"Doğduğumuzdan beri bize hayatın bir yarış olduğu söylendi. Hızlı koşmazsan ezilirsin. Hatta dünyaya gelirken bile 300 milyon sperm arasında bir yarış vardır."

Film Raju ve Farhan isimli iki adamın aldıkları bir telefon üzerine aceleyle bir yere gitmeleriyle başlıyor. Biri havalanmış uçağı, numara yaparak indiriyor, diğeri aceleden evden çıkarken pantolonunu unutuyor hatta. Nedeni ise mezun oldukları gün ortadan kaybolan çok sevdikleri dostları Rancho'nun bulunduğu haberini almış olmaları...


Amir Khan'ın canlandırdığı son derece zeki, aynı zamanda eğlenceli bir karakter, 'Rancho' Shamaldas Chanchad. En az adı kadar tuhaf bir adam aslında Rancho. Müthiş bir pratik zekaya sahip. Ezberci eğitim sistemine bir tepki olarak doğmuş adeta. Sorduğu soruya kitaptaki tanımın aynısını isteyen hocasını bozması, kitaplara ihtiyaç duymadan her şeyi zekasıyla halletmesi, işine duyduğu muhteşem aşkı ve arkadaşlarına verdiği o unutulmaz hayat dersleriyle bir anda çok farklı bir adam oluveriyor Rancho izleyicinin gözünde. Arkadaşları içinde öyle tabi... Keşke geçek hayatta böyle bir adam yaşasa da, benim arkadaşım olsa diyesiniz geliyor hatta.


"Rancho: Eğer Michael Jackson'ın babası onu boksör olmak için zorlasaydı, veya Muhammed Ali'nin babası onu bir şarkıcı olmaya zorlasaydı, faciayı düşünsene! Fotoğrafı seviyorsun ama makinalarla evleniyorsun."


Farhan Qureshi'nin, doğduğu gün ailesi tarafından karar verilmiş mesleğine... Bütün hayatı boyunca da hep ailesi ne istediyse onu yapmış, kimse ona fikrini sormamış. Okul konusunda da aynı şey geçerli... Onun doğa fotoğrafçılığına merakı var, ama ailesinin kararı üzerine makina mühendisi olmak için gidiyor Imperial Kolejine. Kolej dediğimde üniversite işte... Burası yatılı bir okul olduğundan Rancho'yla aynı odada kalıyor Farhan. Ardından başlıyor o unutulmaz maceraları...


Raju Rastogi ise ailesinin maddi durumu son derece kötü olduğu için doğru düzgün bir iş bulmak zorunda olan ve fazlasıyla batıl inancı olan biri. Aslında batıl inançla bir yere gelemeyeceğini, hayatta çok daha önemli şeylerin olduğunu yine bizim Rancho öğretiyor ona...
Viru'yla yaptığı konuşma sonrası mezun olamayacağı korkusu yüzünden üzerindeki baskıya dayanamayıp intihar eden bir arkadaşlarının cenazesinde, Rancho'nun yağmur altında Viru'ya söylediği sözler unutulmazdır benim için.



"Rancho: İyi haberler var efendim! Polis ve Joy'un babası ipucu bulamamış. Herkes bunun intihar olduğunu düşünüyor. Ölüm sonrası raporuna göre, ölüm nedeni: nefes borusu üzerine şiddetli baskı sonucu boğulma. Tüm düşünülen boğazına yapılan basıncın onu öldürdüğü. Ya son dört yıldır yaşadığı zihinsel baskıya ne diyeceksiniz? Bu raporda eksik. Mühendisler akıllı adamlardır. Zihinsel basıncı ölçmek için bir makine yapmadılar. Eğer yapılsaydı, herkes bilecekti ki, bu intihar değil, bir cinayettir. "


İşte biz bu üç gencin birbirinden ilginç, acıklı, eğlenceli hikayelerini izliyoruz film boyunca. Okul müdürleri, çılgın, kendini beğenmiş, her konuda hep bir numara olmak isteyen, peltek Viru'nun (onların deyimiyle Virüs) onları birer aptal gibi görmesine inat, Rancho'nun hep aksini ispatladığı bir filmdir bu. Bizim eğitim bakanının, tavsiye üzerine izlediği ve ardından çok etkilenip, tüm çalışanlarına izlettiği bir filmdir hatta. Her konuda örnek alınacak, eğitim sistemine en ağır eleştirilerden biridir.
Son olarak zor durumda kaldıkları her an kalplerini rahatlatmak için söyledikleri o meşhur sözle bitiriyorum yazımı: "All iz well" (Herşey yolunda)

"Mükemmeli izle. Başarı seni takip edecektir. "

10 Aralık 2012 Pazartesi

Komedyen olmak zor iş! Jim Carrey bile katlanamadıysa...

Bugün kısa ve öz bi yazıyı paylaşıp kaçıyorum. Uzatmicam fazla. Uzatmaya da gerek olmayan bi film zaten bahsedeceğim. Bir Jim Carrey filmidir bu, adı Man On The Moon. Yapım yılı 1999


Komedyen olmak zor iş arkadaş! İnsanları eğlendirmek iyidir hoştur falan ama, bir yerden sonra kimse ciddiye almamaya başlar seni.. Söylediğin ciddi bir cümleye bile gülerler, kızgınlığına bile inanmazlar, hemen ardından gülmeni beklerler sanki. Oysa fazlasıyla kızgındır işte, bunu kabullenmek neden bu kadar zordur anlamazsın hatta, ekstradan buna kızarsın birde… Hepsini koy bir kenara, hastayım, ölüyorum dersin, aldığın cevap sadece şu olur: Hiç komik bir şaka değil bu! Hadi oradan!


Ben bir komedyen değilim, hayır. Komedyenmiş gibi bilmiş bilmiş konuştuğumada bakmayın. Sadece Man On The Moon filminden bahsediyorum.. :)
Film, ünlü olmak için her türlü çılgınlığı yapan 1949-1984 yılları arasında yaşamış Andy Kaufman adında bir komedyenin hikayesini anlatıyor. Yaptığı şeylerin sonucunda insanların ondan nefret etmesi zerre umrunda değil. Onun tek derdi ünlü olmak. Nefret edilen ünlülerden olsa bile.. 
Gerçekten yaşamış bir komedyen bu. Böyle birinin hayatını da başka bir komedyenin anlatması hoş bir ayrıntı olmuş. Yakışmışta hani.. Jim Carrey gibi bir adamdan da yakışmaması gibi bir durumda beklenemezdi gerçi. 
Zaten bir filmin içinde Jim Carrey varsa, o film izlenir arkadaş! Kaçarı yok…


Not: Jim Carrey'ninde komedyenlikten çok çektiğini biliyor muydunuz? Sokakta yürürken bile insanların laubali hareketlerine maruz kalıp, kimse onu ciddiye almamaya başlayınca bir şeylerin farkına varmış adamcağız. Eskisi kadar göz önünde değil artık farkındaysanız.
Hatta Jim Carrey'nin güzel bir sözü vardır: Umarım dileyen herkes dilediği gibi çok ünlü olurda, ünlü olmanın o kadar da güzel bir şey olmadığını anlarlar. 
Fragmanımız: 

6 Aralık 2012 Perşembe

Etkileyici Bir Kim Ki Duk Filmi Daha: Pieta

Benim için çok değerli olan bir yönetmenin, son filmiyle karşınızdayım tekrar. Bahsettiğim yönetmen Kim Ki Duk, filmi ise Pieta yani Acı...


Film, bu zamana kadar izlediğim onca film arasından görüp görebileceğim en psikopat ve itici bir karakterin hikayesini anlatmakta. Sonlara doğru bazı nedenlerden ötürü o psikopatlığı azalsada, başlarda izlediğim adama inanmakta ve nasıl olurda bu kadar kötü bir insan olabilir sorusuna cevap bulmakta epey zorluk çektim.
Çok fazla kafanızı karıştırmadan önce konudan kısaca bahsetsem iyi olacak. Ama önce bir sorum var: 
Yıllarca tek başınıza yaşadıktan sonra günün birinde bir kadın aniden çıkagelse ve size "ben senin annenim" dese cevabınız ne olur? İnanıp inanmamakta baya bi tereddüt edersiniz dimi. Gang Do'da aynı şeyleri yaşıyo işte...


Üstelik bu adam zaten dibine kadar anormal. Bide böyle birşeyle karşılaşınca hepten tuhaflaşıyor. 
Psikopat, acımasız, buz gibi bakışlara sahip, insanlara acı çektirirken zerre tereddüt etmeyen, patronundan aldıkları borçları geri ödesinler diye insanlara yapmadığını bırakmayan (hatta çoğunu sakat bırakan), yapayalnız bir adamdır Gang Do. Köpek bağlasa saniye durmayacak bir evde, pislik içinde bir hayat sürmektedir. Laf olsun diye yaşar gibi bir hali vardır hatta.

Ve birgün aniden bir kadın çıkıverir karşısına. Evinin kapısını çalıpta Gang Do kapıyı açınca, tek bir kelime dahi etmeden eve dalıp bulaşıkları yıkamaya, ortalığı toparlamaya başlar. Gang Do tutup yakasından dışarı atsada pes etmez kadın, "Affet beni, seni terkedip gittim. Ben senin annenim" der o psikopata. Gang Do inanmaz tabi, önce tokatlar bir kaç kez, sonra çok daha kötü bir şey yapar hatta (söylemicem tabiki). Ve sonra birkaç olaydan sonra inanır kadına, kabul eder onu. Her gün eve geldiğinde annesinin yemek yapmış olduğunu görmek, birileri tarafından sevilip sahiplenmek hoşuna gitmiştir Gang Do'nun.


 Kadında çok tuhaftır aslında. Soğuk ve ilginç tavırları, arada bir gülümsese de hüzünlü bakışları vardır her zaman. Birşey söylemek istiyorda cesaret edemiyor gibidir hatta. Gang Do'nun pislik içindeki evini ve o aykırı hayatını hiç sorgulamaz. Sürekli elinde şiş ve ip, birşeyler örmektedir. Anormaldir aslında oda fazlasıyla, filmin sonlarına doğru bunu çok daha net bir şekilde gösterir izleyiciye.


Birgün annesinin gözü önünde tokatlayıp küçük düşürdüğü ve ardından sakat kalmasına sebep olduğu bir adam, ikisini eve kadar takip edip annesinin boynuna bıçak dayayınca bazı şeylerin farkına varır Gang Do. Bu zamana kadar acı çektirdiği insanların annesine zarar vereceği düşüncesi her şeyden çok korkutmaya başlamıştır onu. İşini bile doğru düzgün yapamamaya başlar hatta. Merhamet duygusu yerleşmiştir içine annesi sayesinde. 
Annesinin bir gün telefonda "Kapıda biri var, korkuyorum" cümleleri ve ardından gelen gürültüler arasındaki çığlık sesleriyle ortadan kaybolması üzerine, sevdiği birini kaybetme korkusunu en derin şekilde hissetmeye başlar Gang Do. Ardından annesini bulma ümidiyle, tek tek zarar verdiği her aileyi yeniden ziyaret etmeye başlar.
Aslında işler hiçte onun düşündüğü gibi gelişmeyecektir...


Ne eksik ne fazla. Tam bir Kim Ki Duk filmi bu. Acı çeken, ruh hastası, anormal, yalnız, sakat insanlar, acı, ölüm ve intikamın bir arada olduğu bir film olmuş yine. Adı gibi tam da: Pieta. 
Ve söylemeden geçemeyeceğim bazı noktalar var filme dair..
- Gang Do'yu canlandıran Lee Jung Jin ve annesi Mi Son'u canlandıran Jo Min Su.. Bu iki kişide ekrana o kadar çok yakışmış ki. Özellikle Min Su filmde pek belli etmesede ciddi manada güzel bir kadın ve bu zamana kadar ekrana en çok yakıştırdığım insanlardan biri oldu benim için. 
- Kolay kolay filmlerden midesi bulanan bi insan değilim. Ne kan görmek midemi bulandırır nede ona benzer başka bişey. Ama bu filmde öyle bir sahne var ki, hayatımda hiçbir görüntü bu kadar midemi bulandıramamıştır heralde. O sahneden sonra zar zor kendime geldiğimde istemsiz bi şekilde Kim Ki Duk'a sövmüş olabilirim. Bana böyle bi kötülük yaptığı için.. 
- Konu çok basit aslında. Gazetelerin 3. sayfalarında hergün gördüğümüz haberlere benziyor konusu. Ama işlenişi gerçekten güzel. Her ne kadar sonunu tahmin etmiş olsamda ilginçte bir finali var aslında. Final dediğim climax, yani filmin konu itibarıyla doruk noktası. Yoksa en son sahnesi beni de şok etti. Onu gerçekten hiç beklemiyodum.
- Kim Ki Duk'a birşeyler olmuş. Aktüel kamera kullanımı artmış hepsinden önce (hareketli kamera). Hiç olmayacak yerlerde zoom-in, zoom-out kullanmış ki buna hiç anlam veremedim. Kötü durmuyo ama "ne alaka şimdi burda bu kamera hareketi" dediğim bi kaç yer oldu. Birde eskisi gibi değil artık sanki filmleri. Metafor kullanımını azaltmış. Yan yollara sapmadan direkt veriyor artık anlatmak istediği şeyi. Ya da bana öyle geldi bilmiyorum.


- Pieta, Venedik Film Festivali'nde En İyi Film dalında Altın Aslan ödülünü almayı başarmış bir filmdir. Sonuna kadarda haketmiş. Sadece dikkatimi çeken, festivalde iki başrol oyuncusu ve Kim Ki Duk, üçüz gibi sürekli birlikte takılmışlar. Her yere birlikte gitmişler falan. Komik ama hoş bi görüntü. :)
Son olarak "Geleneksel Filmin Fragmanını Ekleme Etkinliği"mizide gerçekleştirip huzurlarınızdan ayrılıyorum.. 

 

29 Kasım 2012 Perşembe

Tim Burton filmleri tadında bir animasyon: ParaNorman

Henüz bugün izlemiş olduğum bi animasyonu, daha tazeyken anlatmak istedim blogumda. Kısa ama öz bir şekilde anlatayım madem.. :)

Film, ölülerle konuşmak gibi bi yeteneği olan, bu yeteneği ve tuhaf davranışları yüzünden etrafındaki insanlar tarafından ucube olarak adlandırılan, babasından bile bu konu yüzünden sürekli azar işiten bir çocuğun hikayesini anlatıyor. Ona hiçbir zaman inanmadıkları için oluyor bunlar tabi.
Amma velakin, bir gün, kendi gibi anormal olan dayısının bir köşede yakalayıp anlattığı bir hikaye ve ricasıyla Norman için işler biraz değişiyor. Norman'ın bir mezarlığa gidip, gün batmadan dayısının söylediği kitabı yüksek sesle orda okuması gerekmekiyor. Ama Alvin yüzünden bunu gerçekleştiremiyor ve yıllar önce ölmüş yedi kişi zombi olarak mezarlarından çıkarak başlıyorlar ortalıkta hırlayarak gezinmeye..

Kardeşini her fırsatta ezmeye meraklı, kendinden başka herkesin sıkıcı olduğunu zanneden, kaslı ve yakışıklı erkekleri görür görmez ağzının suyu akan, arkadaşlarıyla dedikodu yapmaktan accayip zevk alan, ukala, ergen abla Courtney, 

Sessiz tipleri ezmeyi kendine görev edinmiş, aptal, okulun zorba çocuğu Alvin, 

Kilolu olduğu için okuldakiler tarafından dışlanan, ama bunu pek takmayan ve bu duruma inat neşeli ve hayalperest Neil,
Neil'in kaslı, yapılı ama beyni boş, korkak ama buna rağmen gruba dahil oluvarmiş abisi Mitch,
Vee tabiki filmimizin baş kahramanı, sessiz, kendi halinde, insanlardan çekinen, hayaletlerle iletişim kurabilen, bu özelliği nedeniyle de etrafındaki insanların ucube gözüyle baktığı, minik, şirin Norman...

İşte bu tuhaf beşli bir araya gelip bir cadının lanetini ortadan kaldırmaya kalkışırsa ne olur? Bu filmdekiler olur..
Cadı geçmişte kendisine yapılanların intikamını almak için her yıl, belli bir günde uykusundan uyanacak ve uyuyan 7 ölüyü canlandırıp şehre salacaktır. Neden o yedi kişi ve cadı neden böyle bişey yapıyo, onuda ben anlatmiyim.
Öncesinde Tarzan II, Coraline, Corpse Bride gibi önemli animasyonların storyboard'unu çizmiş olan Chris Butler'ın hem yazıp hem yönettiği ilk animasyondur bu. Zaten bi Tim Burton havası sezmiştim izlerkende, meğer zamanında birlikte çalışmışlar ve muhtemelen az da olsa ondan etkilenmiştir diye düşünüyorum. 
Yönetmenin ilk filmi olmasına rağmen hoş bir animasyon olmuş. Sıkmayan, akıcı bir film. Tim Burton tarzını sevenlere tavsiyemdir.. :)
Not: Coralin'i izleyenler bilirler stop-motion tekniğini. Bu filmde o teknikle çekilmiş. Çokta hoş olmuş. Bundan sonra stop-motion'la çekilmiş tüm filmleri izlemek istiyorum. Fazla şirinler :)
 Vee son olarak fragmanıda ekleyip kaçıyorum.

22 Kasım 2012 Perşembe

Bir kadının güzelliğiyle imtihanı: Beautiful...

Uzuun bir aradan sonra herkese merhaba! Özlemişim bloguma yazı yazma faslını.. 
Neyse.. Gelelim bugün bahsedeceğimiz filme. Kendisi 2008 yapımı bir adet Kim Ki Duk filmi olup yine sosyal mesajın dibine vurmuş bir filmdir. Adı: "Beautiful" yani "Güzel"
 Kim Ki Duk filmlerini izleyenler iyi bilirler. Aslında zordur bu adamın filmlerini anlamak, çoğu filmleri semboliktir çünkü. Görünen değilde altında yatan nedene odaklanmanız gerekir çoğunlukla. Aksi takdirde, onun filmleri sizin için anlamı olmayan, tuhaf hatta rahatsız edici filmler olmaktan öteye geçemez. Ama bu film öyle değildi. Derdi neyse, hiç yan yollara sapmadan açık açık anlattı izleyiciye her şeyi. Fazlasıyla gerçekçi bir şekilde hemde.. 
Bu arada Kim Ki Duk bu filmin senaristi ve yapımcısı konumunda. Nedendir bilinmez, bu sefer yönetmenlik işini Jai Hong Juhn'a bırakmış.
Eun Young, son derece güzel, çekici ve zarif genç bir kızdır. Güzelliğiyle öyle çok dikkat çekmektedir ki, kafede otururken liseli kızlar fotoğrafını çeker, imzasını isterler, arkadaşıyla gittiği kuaförde, arkadaşıyla doğru düzgün ilgilenmezler bile, Eun Young'a bedava saçlarını yapma teklifinde bulunurlar, evine hergün onlarca çiçek gelmektedir ve telefonla sürekli rahatsız edilmektedir. Hatta arkadaşının sevgilisi bile Eun Young'a aşkını ilan etmiştir. Bütün bu olanlar Eun Young'u rahatsız etse de yinede güzel giyinmekten ve saçlarını salarak nazlı nazlı ortalıkta dolanmaktan geri durmaz. 

Bu kadar ilgi gören bir kızın sapığı olmazsa olmaz biliyorsunuz. İşte bizim kızımızında bir sapığı vardır pek tabiki. Bu sapkınlık öyle bir raddeye gelir ki, birgün söylediği ufak bir yalan ve Eun Young'un bir anlık saflığı sayesinde, genç adam kızın evine girmeyi başarır. Kız haliyle ondan korkup çığlık atmaya başlayınca, sapığı olacak vatandaş kızı arka arkaya attığı tokatlarla bayıltır ve oracıkta Eun Young'a tecavüz eder. Ardından pişman olur olmasınada iş işten geçmiştir bir kere..
Olaydan sonra bizim güzelleri güzel Eun Young hayata küsmüştür. Sapığı teslim olupta polise olan biteni anlatınca, polisler kızın evine gelirlerde öyle bulurlar kızcağızı karanlık bir odanın bir köşesinde.. 
Bir parkta gördüğü, deli gibi yemek yediği ve kilolu olduğu için insanların tiksintiyle baktığı bir kadından ilham alır ve oda karar verir kilo almaya. Eline ne geçerse yemeğe başlar. Buzdolabını ağzına kadar yiyecekle doldurur ve hepsini aralıksız yer hatta. O kadar abartır ki bu işi, hastanelik olur en son.. Bu kadar yemeye rağmen kilo alamayınca daha farklı bir yol denemeye karar verir. Televizyonda duyduğu aşırı zayıflık hastalığı olan anoreksinin insanları ne kadar çirkinleştiğini öğrenir ve bu kez deli gibi spor yapıp hiç yemek yememeye ve diyet hapları yutmaya başlar. Onada dayanamaz tabi bünyesi. Yine düşüp bayılır sokak ortasında..
Kıscası psikolojisi tamamen altüst olmuştur Eun Young'un. Güzel görüntüsünden nefret etmektedir. Kilolu ve çirkin kadınların güzelleri kıskanmasının aksine, o da kilolu kadınları kıskanmaktadır fazlasıyla. Çünkü güzel olmak ona hiçbir zaman mutluluk getirmemiştir.
Yukardaki fotoğrafta görmüş olduğunuz polis memuru, Eun Young'un tecavüz sorgusu sırasında orda bulunan ve onu evde bulan polis memurudur. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde o da aşık olur Eun Young'a. Kendiyle sürekli çatışmaktadır bu konuda.
Bir yani tıpkı diğer aç gözlüler gibi kızı arzularken, diğer yanı onu korumak ve saf bir sevgiyle onunla ilgilenmek istemektedir. Bu savaşı kazanıp kazanmadığınıda ben söylemiyim :)
Buda kızın parkta bayıldığı esnada yardım etmeden önce çektiği fotoğrafları. Kendi içindeki savaşı gerçekten hiç kolay olmadı...
Şimdi gelelim benim film hakkındaki düşüncelerime: 
Kore'de çirkin kadın olmak zorda, güzel olmak çok daha fazla zor.. Kore'de kadın olmak zor be hocam. Ben ülkemin gözünü seveyim... 
Hepsinden önce kadın muhteşem. O kadar güzel canlandırmış ki o karakteri. Yavaş yavaş deliren bir insanı ve o ruh halini o kadar muhteşem vermiş ki, hayran olmamak elde değil. 
Film konusunda ise ne desem, ne hissetsem bilemedim, sadece içim acıdı... Gerçekten bu kadar basit mi her şey sorusu baya bi kurcaladı kafamı. Tecavüz sonrası kızı sorgulayan adamın "Bu işte sadece onun suçu yok, seninde suçun var. o güzel yüzünü ve endamını gözler önüne sermemelisin. Bir bakıma adamı cezbetmişsin" şeklindeki sözleri, karakoldan çıktıktan sonra bayılmasının ardından başına toplanan erkeklerin "onu hastaneye ben götüreceğim" kavgaları, onu sadece cinsel bir obje olarak gören o kuş beyinli insanların defalarca basit durumlara düşmeleri ve kadının bir kaç kere yalvaran bir şekilde karşısındaki insana söylediği "Yaşamak istiyorum" cümlesi ve özellikle şok eden o en son sahne, filmi şaşkınlıkla izlememe ve erkeklerden nefret etmeme neden oldu bir bakıma. Erkekler kurban edilmiş aslında ama böyle bir konuda başka şekilde anlatılamazdı muhtemelen.. 
Başarılı ve ne anlattığının başından sonuna kadar farkında olan bi filmdir bu. Onun içinde tavsiyemdir. Ama aklınızda bulunsun, filmde her an her şey olabilir... 
Eun Young'un kilolu bir kadınla arasında geçeen bir diyalog:
- Bu kadar güzel olduğuna göre mutlu olmalısın.
Eun Young: Hiçte değil.Çoğunlukla yanlış anlaşılıyorum. Ve doğru kişiyle karşılaşmak hiç kolay değil. Bazen yanlız kalmak istiyorum ama insanlar sürekli rahatsız ediyor.
- Ama ben sana gıpta ediyorum. GÜZELLİK YAZGIDIR.