Kaç kişi ziyaret etmiş?

10 Aralık 2012 Pazartesi

Komedyen olmak zor iş! Jim Carrey bile katlanamadıysa...

Bugün kısa ve öz bi yazıyı paylaşıp kaçıyorum. Uzatmicam fazla. Uzatmaya da gerek olmayan bi film zaten bahsedeceğim. Bir Jim Carrey filmidir bu, adı Man On The Moon. Yapım yılı 1999


Komedyen olmak zor iş arkadaş! İnsanları eğlendirmek iyidir hoştur falan ama, bir yerden sonra kimse ciddiye almamaya başlar seni.. Söylediğin ciddi bir cümleye bile gülerler, kızgınlığına bile inanmazlar, hemen ardından gülmeni beklerler sanki. Oysa fazlasıyla kızgındır işte, bunu kabullenmek neden bu kadar zordur anlamazsın hatta, ekstradan buna kızarsın birde… Hepsini koy bir kenara, hastayım, ölüyorum dersin, aldığın cevap sadece şu olur: Hiç komik bir şaka değil bu! Hadi oradan!


Ben bir komedyen değilim, hayır. Komedyenmiş gibi bilmiş bilmiş konuştuğumada bakmayın. Sadece Man On The Moon filminden bahsediyorum.. :)
Film, ünlü olmak için her türlü çılgınlığı yapan 1949-1984 yılları arasında yaşamış Andy Kaufman adında bir komedyenin hikayesini anlatıyor. Yaptığı şeylerin sonucunda insanların ondan nefret etmesi zerre umrunda değil. Onun tek derdi ünlü olmak. Nefret edilen ünlülerden olsa bile.. 
Gerçekten yaşamış bir komedyen bu. Böyle birinin hayatını da başka bir komedyenin anlatması hoş bir ayrıntı olmuş. Yakışmışta hani.. Jim Carrey gibi bir adamdan da yakışmaması gibi bir durumda beklenemezdi gerçi. 
Zaten bir filmin içinde Jim Carrey varsa, o film izlenir arkadaş! Kaçarı yok…


Not: Jim Carrey'ninde komedyenlikten çok çektiğini biliyor muydunuz? Sokakta yürürken bile insanların laubali hareketlerine maruz kalıp, kimse onu ciddiye almamaya başlayınca bir şeylerin farkına varmış adamcağız. Eskisi kadar göz önünde değil artık farkındaysanız.
Hatta Jim Carrey'nin güzel bir sözü vardır: Umarım dileyen herkes dilediği gibi çok ünlü olurda, ünlü olmanın o kadar da güzel bir şey olmadığını anlarlar. 
Fragmanımız: 

6 Aralık 2012 Perşembe

Etkileyici Bir Kim Ki Duk Filmi Daha: Pieta

Benim için çok değerli olan bir yönetmenin, son filmiyle karşınızdayım tekrar. Bahsettiğim yönetmen Kim Ki Duk, filmi ise Pieta yani Acı...


Film, bu zamana kadar izlediğim onca film arasından görüp görebileceğim en psikopat ve itici bir karakterin hikayesini anlatmakta. Sonlara doğru bazı nedenlerden ötürü o psikopatlığı azalsada, başlarda izlediğim adama inanmakta ve nasıl olurda bu kadar kötü bir insan olabilir sorusuna cevap bulmakta epey zorluk çektim.
Çok fazla kafanızı karıştırmadan önce konudan kısaca bahsetsem iyi olacak. Ama önce bir sorum var: 
Yıllarca tek başınıza yaşadıktan sonra günün birinde bir kadın aniden çıkagelse ve size "ben senin annenim" dese cevabınız ne olur? İnanıp inanmamakta baya bi tereddüt edersiniz dimi. Gang Do'da aynı şeyleri yaşıyo işte...


Üstelik bu adam zaten dibine kadar anormal. Bide böyle birşeyle karşılaşınca hepten tuhaflaşıyor. 
Psikopat, acımasız, buz gibi bakışlara sahip, insanlara acı çektirirken zerre tereddüt etmeyen, patronundan aldıkları borçları geri ödesinler diye insanlara yapmadığını bırakmayan (hatta çoğunu sakat bırakan), yapayalnız bir adamdır Gang Do. Köpek bağlasa saniye durmayacak bir evde, pislik içinde bir hayat sürmektedir. Laf olsun diye yaşar gibi bir hali vardır hatta.

Ve birgün aniden bir kadın çıkıverir karşısına. Evinin kapısını çalıpta Gang Do kapıyı açınca, tek bir kelime dahi etmeden eve dalıp bulaşıkları yıkamaya, ortalığı toparlamaya başlar. Gang Do tutup yakasından dışarı atsada pes etmez kadın, "Affet beni, seni terkedip gittim. Ben senin annenim" der o psikopata. Gang Do inanmaz tabi, önce tokatlar bir kaç kez, sonra çok daha kötü bir şey yapar hatta (söylemicem tabiki). Ve sonra birkaç olaydan sonra inanır kadına, kabul eder onu. Her gün eve geldiğinde annesinin yemek yapmış olduğunu görmek, birileri tarafından sevilip sahiplenmek hoşuna gitmiştir Gang Do'nun.


 Kadında çok tuhaftır aslında. Soğuk ve ilginç tavırları, arada bir gülümsese de hüzünlü bakışları vardır her zaman. Birşey söylemek istiyorda cesaret edemiyor gibidir hatta. Gang Do'nun pislik içindeki evini ve o aykırı hayatını hiç sorgulamaz. Sürekli elinde şiş ve ip, birşeyler örmektedir. Anormaldir aslında oda fazlasıyla, filmin sonlarına doğru bunu çok daha net bir şekilde gösterir izleyiciye.


Birgün annesinin gözü önünde tokatlayıp küçük düşürdüğü ve ardından sakat kalmasına sebep olduğu bir adam, ikisini eve kadar takip edip annesinin boynuna bıçak dayayınca bazı şeylerin farkına varır Gang Do. Bu zamana kadar acı çektirdiği insanların annesine zarar vereceği düşüncesi her şeyden çok korkutmaya başlamıştır onu. İşini bile doğru düzgün yapamamaya başlar hatta. Merhamet duygusu yerleşmiştir içine annesi sayesinde. 
Annesinin bir gün telefonda "Kapıda biri var, korkuyorum" cümleleri ve ardından gelen gürültüler arasındaki çığlık sesleriyle ortadan kaybolması üzerine, sevdiği birini kaybetme korkusunu en derin şekilde hissetmeye başlar Gang Do. Ardından annesini bulma ümidiyle, tek tek zarar verdiği her aileyi yeniden ziyaret etmeye başlar.
Aslında işler hiçte onun düşündüğü gibi gelişmeyecektir...


Ne eksik ne fazla. Tam bir Kim Ki Duk filmi bu. Acı çeken, ruh hastası, anormal, yalnız, sakat insanlar, acı, ölüm ve intikamın bir arada olduğu bir film olmuş yine. Adı gibi tam da: Pieta. 
Ve söylemeden geçemeyeceğim bazı noktalar var filme dair..
- Gang Do'yu canlandıran Lee Jung Jin ve annesi Mi Son'u canlandıran Jo Min Su.. Bu iki kişide ekrana o kadar çok yakışmış ki. Özellikle Min Su filmde pek belli etmesede ciddi manada güzel bir kadın ve bu zamana kadar ekrana en çok yakıştırdığım insanlardan biri oldu benim için. 
- Kolay kolay filmlerden midesi bulanan bi insan değilim. Ne kan görmek midemi bulandırır nede ona benzer başka bişey. Ama bu filmde öyle bir sahne var ki, hayatımda hiçbir görüntü bu kadar midemi bulandıramamıştır heralde. O sahneden sonra zar zor kendime geldiğimde istemsiz bi şekilde Kim Ki Duk'a sövmüş olabilirim. Bana böyle bi kötülük yaptığı için.. 
- Konu çok basit aslında. Gazetelerin 3. sayfalarında hergün gördüğümüz haberlere benziyor konusu. Ama işlenişi gerçekten güzel. Her ne kadar sonunu tahmin etmiş olsamda ilginçte bir finali var aslında. Final dediğim climax, yani filmin konu itibarıyla doruk noktası. Yoksa en son sahnesi beni de şok etti. Onu gerçekten hiç beklemiyodum.
- Kim Ki Duk'a birşeyler olmuş. Aktüel kamera kullanımı artmış hepsinden önce (hareketli kamera). Hiç olmayacak yerlerde zoom-in, zoom-out kullanmış ki buna hiç anlam veremedim. Kötü durmuyo ama "ne alaka şimdi burda bu kamera hareketi" dediğim bi kaç yer oldu. Birde eskisi gibi değil artık sanki filmleri. Metafor kullanımını azaltmış. Yan yollara sapmadan direkt veriyor artık anlatmak istediği şeyi. Ya da bana öyle geldi bilmiyorum.


- Pieta, Venedik Film Festivali'nde En İyi Film dalında Altın Aslan ödülünü almayı başarmış bir filmdir. Sonuna kadarda haketmiş. Sadece dikkatimi çeken, festivalde iki başrol oyuncusu ve Kim Ki Duk, üçüz gibi sürekli birlikte takılmışlar. Her yere birlikte gitmişler falan. Komik ama hoş bi görüntü. :)
Son olarak "Geleneksel Filmin Fragmanını Ekleme Etkinliği"mizide gerçekleştirip huzurlarınızdan ayrılıyorum.. 

 

29 Kasım 2012 Perşembe

Tim Burton filmleri tadında bir animasyon: ParaNorman

Henüz bugün izlemiş olduğum bi animasyonu, daha tazeyken anlatmak istedim blogumda. Kısa ama öz bir şekilde anlatayım madem.. :)

Film, ölülerle konuşmak gibi bi yeteneği olan, bu yeteneği ve tuhaf davranışları yüzünden etrafındaki insanlar tarafından ucube olarak adlandırılan, babasından bile bu konu yüzünden sürekli azar işiten bir çocuğun hikayesini anlatıyor. Ona hiçbir zaman inanmadıkları için oluyor bunlar tabi.
Amma velakin, bir gün, kendi gibi anormal olan dayısının bir köşede yakalayıp anlattığı bir hikaye ve ricasıyla Norman için işler biraz değişiyor. Norman'ın bir mezarlığa gidip, gün batmadan dayısının söylediği kitabı yüksek sesle orda okuması gerekmekiyor. Ama Alvin yüzünden bunu gerçekleştiremiyor ve yıllar önce ölmüş yedi kişi zombi olarak mezarlarından çıkarak başlıyorlar ortalıkta hırlayarak gezinmeye..

Kardeşini her fırsatta ezmeye meraklı, kendinden başka herkesin sıkıcı olduğunu zanneden, kaslı ve yakışıklı erkekleri görür görmez ağzının suyu akan, arkadaşlarıyla dedikodu yapmaktan accayip zevk alan, ukala, ergen abla Courtney, 

Sessiz tipleri ezmeyi kendine görev edinmiş, aptal, okulun zorba çocuğu Alvin, 

Kilolu olduğu için okuldakiler tarafından dışlanan, ama bunu pek takmayan ve bu duruma inat neşeli ve hayalperest Neil,
Neil'in kaslı, yapılı ama beyni boş, korkak ama buna rağmen gruba dahil oluvarmiş abisi Mitch,
Vee tabiki filmimizin baş kahramanı, sessiz, kendi halinde, insanlardan çekinen, hayaletlerle iletişim kurabilen, bu özelliği nedeniyle de etrafındaki insanların ucube gözüyle baktığı, minik, şirin Norman...

İşte bu tuhaf beşli bir araya gelip bir cadının lanetini ortadan kaldırmaya kalkışırsa ne olur? Bu filmdekiler olur..
Cadı geçmişte kendisine yapılanların intikamını almak için her yıl, belli bir günde uykusundan uyanacak ve uyuyan 7 ölüyü canlandırıp şehre salacaktır. Neden o yedi kişi ve cadı neden böyle bişey yapıyo, onuda ben anlatmiyim.
Öncesinde Tarzan II, Coraline, Corpse Bride gibi önemli animasyonların storyboard'unu çizmiş olan Chris Butler'ın hem yazıp hem yönettiği ilk animasyondur bu. Zaten bi Tim Burton havası sezmiştim izlerkende, meğer zamanında birlikte çalışmışlar ve muhtemelen az da olsa ondan etkilenmiştir diye düşünüyorum. 
Yönetmenin ilk filmi olmasına rağmen hoş bir animasyon olmuş. Sıkmayan, akıcı bir film. Tim Burton tarzını sevenlere tavsiyemdir.. :)
Not: Coralin'i izleyenler bilirler stop-motion tekniğini. Bu filmde o teknikle çekilmiş. Çokta hoş olmuş. Bundan sonra stop-motion'la çekilmiş tüm filmleri izlemek istiyorum. Fazla şirinler :)
 Vee son olarak fragmanıda ekleyip kaçıyorum.

22 Kasım 2012 Perşembe

Bir kadının güzelliğiyle imtihanı: Beautiful...

Uzuun bir aradan sonra herkese merhaba! Özlemişim bloguma yazı yazma faslını.. 
Neyse.. Gelelim bugün bahsedeceğimiz filme. Kendisi 2008 yapımı bir adet Kim Ki Duk filmi olup yine sosyal mesajın dibine vurmuş bir filmdir. Adı: "Beautiful" yani "Güzel"
 Kim Ki Duk filmlerini izleyenler iyi bilirler. Aslında zordur bu adamın filmlerini anlamak, çoğu filmleri semboliktir çünkü. Görünen değilde altında yatan nedene odaklanmanız gerekir çoğunlukla. Aksi takdirde, onun filmleri sizin için anlamı olmayan, tuhaf hatta rahatsız edici filmler olmaktan öteye geçemez. Ama bu film öyle değildi. Derdi neyse, hiç yan yollara sapmadan açık açık anlattı izleyiciye her şeyi. Fazlasıyla gerçekçi bir şekilde hemde.. 
Bu arada Kim Ki Duk bu filmin senaristi ve yapımcısı konumunda. Nedendir bilinmez, bu sefer yönetmenlik işini Jai Hong Juhn'a bırakmış.
Eun Young, son derece güzel, çekici ve zarif genç bir kızdır. Güzelliğiyle öyle çok dikkat çekmektedir ki, kafede otururken liseli kızlar fotoğrafını çeker, imzasını isterler, arkadaşıyla gittiği kuaförde, arkadaşıyla doğru düzgün ilgilenmezler bile, Eun Young'a bedava saçlarını yapma teklifinde bulunurlar, evine hergün onlarca çiçek gelmektedir ve telefonla sürekli rahatsız edilmektedir. Hatta arkadaşının sevgilisi bile Eun Young'a aşkını ilan etmiştir. Bütün bu olanlar Eun Young'u rahatsız etse de yinede güzel giyinmekten ve saçlarını salarak nazlı nazlı ortalıkta dolanmaktan geri durmaz. 

Bu kadar ilgi gören bir kızın sapığı olmazsa olmaz biliyorsunuz. İşte bizim kızımızında bir sapığı vardır pek tabiki. Bu sapkınlık öyle bir raddeye gelir ki, birgün söylediği ufak bir yalan ve Eun Young'un bir anlık saflığı sayesinde, genç adam kızın evine girmeyi başarır. Kız haliyle ondan korkup çığlık atmaya başlayınca, sapığı olacak vatandaş kızı arka arkaya attığı tokatlarla bayıltır ve oracıkta Eun Young'a tecavüz eder. Ardından pişman olur olmasınada iş işten geçmiştir bir kere..
Olaydan sonra bizim güzelleri güzel Eun Young hayata küsmüştür. Sapığı teslim olupta polise olan biteni anlatınca, polisler kızın evine gelirlerde öyle bulurlar kızcağızı karanlık bir odanın bir köşesinde.. 
Bir parkta gördüğü, deli gibi yemek yediği ve kilolu olduğu için insanların tiksintiyle baktığı bir kadından ilham alır ve oda karar verir kilo almaya. Eline ne geçerse yemeğe başlar. Buzdolabını ağzına kadar yiyecekle doldurur ve hepsini aralıksız yer hatta. O kadar abartır ki bu işi, hastanelik olur en son.. Bu kadar yemeye rağmen kilo alamayınca daha farklı bir yol denemeye karar verir. Televizyonda duyduğu aşırı zayıflık hastalığı olan anoreksinin insanları ne kadar çirkinleştiğini öğrenir ve bu kez deli gibi spor yapıp hiç yemek yememeye ve diyet hapları yutmaya başlar. Onada dayanamaz tabi bünyesi. Yine düşüp bayılır sokak ortasında..
Kıscası psikolojisi tamamen altüst olmuştur Eun Young'un. Güzel görüntüsünden nefret etmektedir. Kilolu ve çirkin kadınların güzelleri kıskanmasının aksine, o da kilolu kadınları kıskanmaktadır fazlasıyla. Çünkü güzel olmak ona hiçbir zaman mutluluk getirmemiştir.
Yukardaki fotoğrafta görmüş olduğunuz polis memuru, Eun Young'un tecavüz sorgusu sırasında orda bulunan ve onu evde bulan polis memurudur. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde o da aşık olur Eun Young'a. Kendiyle sürekli çatışmaktadır bu konuda.
Bir yani tıpkı diğer aç gözlüler gibi kızı arzularken, diğer yanı onu korumak ve saf bir sevgiyle onunla ilgilenmek istemektedir. Bu savaşı kazanıp kazanmadığınıda ben söylemiyim :)
Buda kızın parkta bayıldığı esnada yardım etmeden önce çektiği fotoğrafları. Kendi içindeki savaşı gerçekten hiç kolay olmadı...
Şimdi gelelim benim film hakkındaki düşüncelerime: 
Kore'de çirkin kadın olmak zorda, güzel olmak çok daha fazla zor.. Kore'de kadın olmak zor be hocam. Ben ülkemin gözünü seveyim... 
Hepsinden önce kadın muhteşem. O kadar güzel canlandırmış ki o karakteri. Yavaş yavaş deliren bir insanı ve o ruh halini o kadar muhteşem vermiş ki, hayran olmamak elde değil. 
Film konusunda ise ne desem, ne hissetsem bilemedim, sadece içim acıdı... Gerçekten bu kadar basit mi her şey sorusu baya bi kurcaladı kafamı. Tecavüz sonrası kızı sorgulayan adamın "Bu işte sadece onun suçu yok, seninde suçun var. o güzel yüzünü ve endamını gözler önüne sermemelisin. Bir bakıma adamı cezbetmişsin" şeklindeki sözleri, karakoldan çıktıktan sonra bayılmasının ardından başına toplanan erkeklerin "onu hastaneye ben götüreceğim" kavgaları, onu sadece cinsel bir obje olarak gören o kuş beyinli insanların defalarca basit durumlara düşmeleri ve kadının bir kaç kere yalvaran bir şekilde karşısındaki insana söylediği "Yaşamak istiyorum" cümlesi ve özellikle şok eden o en son sahne, filmi şaşkınlıkla izlememe ve erkeklerden nefret etmeme neden oldu bir bakıma. Erkekler kurban edilmiş aslında ama böyle bir konuda başka şekilde anlatılamazdı muhtemelen.. 
Başarılı ve ne anlattığının başından sonuna kadar farkında olan bi filmdir bu. Onun içinde tavsiyemdir. Ama aklınızda bulunsun, filmde her an her şey olabilir... 
Eun Young'un kilolu bir kadınla arasında geçeen bir diyalog:
- Bu kadar güzel olduğuna göre mutlu olmalısın.
Eun Young: Hiçte değil.Çoğunlukla yanlış anlaşılıyorum. Ve doğru kişiyle karşılaşmak hiç kolay değil. Bazen yanlız kalmak istiyorum ama insanlar sürekli rahatsız ediyor.
- Ama ben sana gıpta ediyorum. GÜZELLİK YAZGIDIR.


20 Ekim 2012 Cumartesi

Mim geldi haanıımmm: İlkler ve unutulmayanlar..

Efendiiiiimmm, geldi yine bizim mimci teyze!... Ama bu sefer ilk soru hasebiyle çok zor bi konu hakkında geldi. Bana sorduğu soruya bak! 

 1-Dizi yada filmlerde unutamadığınız karakter/tiplemeler?
2- İlk Dinlediğiniz/sevdiğiniz OST?

İkincisi gayet kolayda, ilki zor be hacı. Nasıl cevapliyim ben onu. Her dizide var illaki bayıldığım bi karakter :D Neyse ilk aklıma gelenleri yazıcam artık..
 1-Dizi yada filmlerde unutamadığınız karakter/tiplemeler?
- Shut Up Flower Boyband \ Joo Byung Hee

En son izlediğim diziden başlamam gayet normal sanırım. 
Onlar benim canım ciğerim Eye Candy'm! Hepsi birbirinden unutulmazdı benim için. Ama ilk bölümlerde bi liderleri vardı ki... Onu hiç unutmicam.. 
O kocaman gözlerinin bide etrafına sürekli siyah kalem çeken, çılgın tavırları olan, aşık olduğu kız onunla ilgilenmezken bile kendi kendine gelin güvey olabilen, heyecanlı, fırlama, hayalperest, uçuk herif!... Sadece onun üzerine bi dizi yapılsa büyük bi zevkle izlerim sanırım. O derece sevdim bu karakteri. Ve bu uçuk, sürmeli adam benim için en unutulmazlar arasına giriverdi işte.. :)


- You're Beautiful \ Jeremy

Hala kulaklarımda çınlar "Go Mi Nam" ve "Jolli" deyişi! O kadar sevimli ve çocuksu bi karakterdi ki Jeremy, yıllarda geçse, üstüne onlarca dizi de çekse benim için Hong Ki, hep Jeremy olarak kalıcak.. Mimikleri bile bi başka güzel adamın yaa!.. :)


-Dream High \ Jason ve Pil Suk

Bu zamana kadar bir sürü dizi izledim. Hala bunlar kadar güzel bi çift görmedim. O kadar tatlı karakterleri ve o kadar güzel bi uyumları vardı ki, onların olduğu her sahneyi yüzümde kocaman bi gülümsemeyle izliyodum.. :)
- Dream High 2 \ Jin Yoo-Jin
Fotoğraftan bile anlaşılıyodur aslında onu unutamama nedenim.. Kedi yaa, tam kedi, gözlere bak :D
Dizide de böyle bi kendi bildiğini okuyan, baskı altında olmaktan nefret eden, asiliğin dibine vurmuş ama arkadaşlarına da her konuda yardım etmekten kaçmayan, küçükken şeker küpüne düşmüş bi insan evladı işte buda.. Çok ama çok tatlı bi karakterdi ve ben bu tipsizi unutamam hacı :D
 -A Gentleman's Dignity \ Hepsi
Uğraşsamda, didinsemde, kafa patlatsamde ben bunların hiçbirini birbirinden ayıramam. Bellki bi ihtimal Im Tae-San'la o cins sevgilisi Hong Se-Ra'yı kenara kenara iteleyebilirim ama onun dışında çiftlerin her biri kendi içinde bi başka muhteşemdi. 
Hmm dur yaa, ben bi ara bu dizi hakkında da yazıyım en iyisi. Böyle kısaca geçmek içime sinmedi çünkü.. :D


-Rooftop Prince \ Hepsi
 Benim ciddi görünmeye çalışan saftirik kralım ve her daim onun peşinde olan 3 salakşörüm.. Unutmaam, unutamam hiçbirini.. Teee eski zamanlardan, 300 yıl sonrası olan günümüze geldiklerinde yaşadıkları şoku bi kendileri bide Allah biliyodur heralde :D Bu şaşkınlığı vermek içinde bünyelerinde barındırdıkları tüm mimiklerini kullanmak zorunda kaldılar haliyle. O adapte olma süreçlerini ve rezilliklerini hiç bir zaman unutamicam :D



-Sungyungwan Scandal \ Geol Oh ve Yeorim
Diziyi izlemeden önce o kadar çok duydumki Yeorim ismini.. Adını her duyduğunda insanlar bi iç çekip "Ahh Yeorim" şeklinde tepkiler veriyolardı. Diziyi izledikten sonra anladım nedenini. 
Bu ne mthiş bir karakterdir Allah'ım! O senaristin o karakterleri oluşturduğu beynini seviyim! Ben kendine bu kadar güvenen başka bi insan daha görmedim. Bide normalde öyle olmamasına rağmen, çocukluk arkadaşı Geol Oh'a çok farklı bi ilgi duyuyo ve bunu ona belli etmektende hiç çekinmiyo zıpır. Geol Oh'nun kurtarıcı meleği gibi bişey zaten. O ne zaman başına iş açsa, Yeorim sayesinde kurtardı paçayı..  :D Geol Oh bambaşka dünya zaten. Soğuk ve insanlarla ilgilenmiyo gibi görünüyo ama ne biçimde ilgileniyo aslında. Yeorim'i de çok sever ama onun düşündüğü gibi değil tabi.. Aman çok güzel bi ikiliydi bunlar yaaa!...  :D



-Secret Garden \ Oska

İlk göz ağrımdır Secret Garden. Yeri çok başkadır bende.. Karakterlerde aynı şekilde tabiki. Ama bi Oska var ki... Şarkıcı, şımarık, kendini beğenmiş, rüküş giyinen bi fırlama. Yaşıda büyük yaa, fırlama demek tuhaf oluyo ama öyle yani :D Kim Joo Won'la olan atışmalarınında tadı çok başkaydı.. :)


-Hanazakari No Kimitachi e \ Nakatsu
Nakatsu için ne desem eksik kalır heralde. Hakkında sayfalarca yazı yazabilirim. Bi girersem çıkamam, onun için çok yüzeysel anlatıcam. Adam mimik makinası resmen! Ben bunun kadar güzel mimik yapan bi insan daha görmedim. Öyle sağlam ifadeleri var ki, dramıda oynuyo en kralından, komediyi de... Bu diziyi bu kadar ünlü yapanda en önemli karatkterde Nakatsu'dur zaten. İçinden kendi kendine konuşmaları, bunu yaparkende hareketleriyle bunu desteklediği anlar gülmekten yerlere yatardım. Aah ah.. Kısa kesmeli bence. Bu yazı çok uzar yoksa.. :))




İlk soruyu burda bitiriyorum. Herkesi dahil edemedim. Yoksa ben bu yazıyı uzunluğu yüzünden kimseye okutamam heralde. :D

2- İlk Dinlediğiniz/sevdiğiniz OST?

Bunun cevabı kısacık işte. İlk dinlediğim Ost'lar haliyle Secret Garden'ın ostları oldu. Hepsinide seviyodum aslında. Ama hala dinlemekten çok zevk aldığım Ost'unu söylemem gerekirse oda Baek Ji Young'un That Man şarkısıdır. 

26 Eylül 2012 Çarşamba

Bazen sadece bir afiş, o filmi izleme isteği uyandırabilir insanda…

A Reason To Live - Yaşamak İçin Bir Neden


Görmüş olduğunuz afiş A Reason To Live (Yaşamak İçin Bir Neden) isimli bir Güney Kore filmine ait. Ve ben bu filmi sadece afişi yüzünden izledim ve filmi izlemeye karar verdiğimde filmin adını bile bilmiyodum…
Nedenine gelince… Her şeyden önce afişe baktığımda ilk olarak kadının gözlerine takıldı gözlerim. Bir süre başka yere bakamadım zaten. Hani, anlatmak istediğin çok şey vardır da boğazında düğümlenir ya herşey, düğümlenir de tek kelime edemezsin… Onu gördüm işte bakışlarında, hikayesini bile bilmeden üzüldüm kadına… Öyle çaresiz ki bakışları, yardım arar gibi sanki, ama bulamamış belli ki… Çaresizliğin hüznü kaplayıvermiş gözlerini, bakışlarını…
Ardından o sarı şemsiye.. Sımsıkı tutmuş şemsiyeyi iki eliyle. Yağmurdan korunmak değil onun asıl derdi, ıslanmış zaten. Ama şemsiye var ya şemsiye.. Çok değerli onun için. Anlamı büyük…

 
Ardından nihayet filmi izleyebildim bir kaç gün önce. Ve o an şunu anladım; oyunculuk muhteşem birşey! Çünkü ben afişte ne okuduysam, kadın onu verdi bana filmde..
Bütün film boyunca hep bulutluydu bakışları, sadece yaşamış olmak için yaşıyordu sanki, bu dünyada onun için ayrılan sürenin sonuna gelebilmek için yani… Çünkü nişanlısı ölmüştü. Acemi ve genç bir motorcunun yüzünden hemde, çarpıp kaçmıştı motorcu onun o çok sevdiği nişanlısına. 


O günden sonra yüzüne yerleştirdiği her gülümseme, annesinin topuklu ayakkabısını giyipte yürümeye çalışan küçük bir kız çocuğu gibi abes ve eğreti durdu yüzünde… Ama o kadar iyi niyetli bir kadındı ki, motorcu çocuğu affetti genç kadın, çocuğun ailesine ve annesinin gözyaşlarına kıyamadı çünkü.. Ardından başladı, kendisiyle olan iç savaşı. Affetmek doğru muydu? İşe yarayacak mıydı? Peki ya affedince o kişi bir daha suç işlemeyecek miydi yani? Yoksa tam tersine mi dönecekti her şey? Nasılsa affedildim diye başka bir suça mı bulaşacaktı? Ve genç kadın bu sorularına cevap bulduğunda, bazı şeyler için çok geçti artık…
Bir de şemsiye demiştik ya hani… Gerçekten önemliydi…

Sakin ve durgun bir filmdi A Reason to Live. Ama hiç sıkılmadım. Böyle filmler çok daha farklı deneyimler tattırır insanlara, deli gibi aksiyon ve olaylı sahneler görmezsin belki ama oyunculuğun lezzetini farkedersin çoğu zaman yada sahnelerin etkileyiciliği dikkatini çekmeye başlar. Bazı ayrıntıları farkedersin, filmin sakinliği, film hakkında düşünme imkanı verir sana ve bir gülümseme yerleşir dudaklarına… Sonra bir bakmışsın, sinema da senin hayatında "Yaşamak İçin Bir Neden" oluvermiş…
Unutmadan, merak edenler için: Filmin başrolündeki bayanın adı Song Hye Kyo…